Edebiyat Günlükleri bloğundan Ümit ÖZDEMİR imzalı bir yazı.
Yılmaz Güney’in Mehmet Salpa karakteri, pek çok sorunun yanı sıra göç halindeki emeğin, kente tutunma çabası içindeki emekçilerin varoluş kavgasına tutunma öyküsüdür.
Güney, Salpa karakterinin kendisini o güne kadar var eden değerlerle çatışmasını bilinç akışı tekniğiyle sunarken, aynı zamanda dönemin Türkiye’sinin geleceğini şekillendirecek sınıfsal-toplumsal çelişkilerini de başarıyla sunar.
Mehmet Salpa ve en iyi arkadaşı “Kıvırcık” İstanbul’a göç ettikten sonra hemşehrilerini ararken, hırsız damgası yiyerek linç edildikleri yetmezmiş gibi karakolda dayak yedikleri ve işkence gördükleri sahneler Güney’in yalınkat anlatısıyla verilirken, kente sonradan göç eden emekçilerin bir kısmının nasıl dışlandıklarının, hor görüldüklerinin, hırsız muamelesine maruz kaldıklarının da çarpıcı bir tasviridir.
Köyden kente göçerken bir hemşerinin yanına sığınma fikri, kentin içindeki sosyal hareketlilikle dönüşmüş, Orhan Kemal’in başyapıtı Bereketli Topraklar Üzerinde’ de olduğu gibi roman karakterleri, bu gerçeklikle yani kentin ortasında bütün hemşerilik ilişkilerinin çözüldüğü bir atmosferle yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Kente tutunma çabasıyla önce gemi zımparalama sonra fındık fıstık satıcılığı gibi işler yapan Salpa ve Kıvırcık karakterleri üzerinden Yılmaz Güney, kentlere göç eden ve kentin emek talebinin çok üzerine çıkan bir emekçi nüfusunun hayata tutunma çabasına eşlik eden işleri mesela işportacılıkla geçinmesinin tasvirini yapar. Burada kırın çözülmesiyle kentlere yığılan emekçilerin yaşayış ve barınma tarzlarından, eğlenme ve dayanışma ağlarına yürüyen pek çok detay yine bir sinemacı bakışıyla verilir.
Kıvırcık ile Mehmet Salpa’nın yolları Kıvırcık’ın bir fabrikaya işçi olarak girmesi ve sınıf bilincinin sosyalist fikirlerinin doğal sonucudur. Mehmet Salpa ise utangaç biçimde devam ettirdiği işportacılık yerine baba mesleği olan ayakkabıcılığa döner.
Parça başı ve kendi hesabına çalışan bir emekçinin ruh halini ve onu sarmalayan toplumsal ilişkiler ağını okurlara aktaran Güney, gözlem yeteneğinin kullanarak kente göç etmiş emekçi yığınlarının çalışma koşullarına da bir bakış sunar.
Mehmet Salpa artık Konya’daki köyünde olduğu gibi mesleğini bir sanat olarak yapamamaktadır. Çivi ve dikiş yerini bütün ayakkabı emekçilerinin hastalanmalarına ve hatta ölmelerine neden olan solüsyona yani kimyasal yapıştırıcılara bırakmıştır. Köyde tanıdıklara ve ahbaplara yapılan ayakkabı üretimi ve zanaatı kentte parça başı ve pazar için üretime dönüşmüştür. Bu üretim tarzının normal sonucu elbette yabancılaşmadır.
“İnsan hangi sınıftan olursa olsun, öznel ve nesnel yapısıyla, o toplumun malı, o toplumun ürünüydü. Onun için yaptıkları, yapacakları, düşündükleri düşünecekleri toplumun genel özelliklerinden, çalkantılarından, eğilimlerinden, bu akış içindeki özgül yerinden, algılama etkileme ve etkilenme yeteneklerinden ayrı düşünülemezdi. Salpa, kişiliğini oluşturan sürecin, hayatını yöneten itici güçlerin hangi fırınlarda piştiğini, hangi kaynaklardan can aldığını, tam olmasa bile tama en yakın biçimiyle usul usul seziyordu. Yakınlaşıyordu sağlıklı bakışa. En azından doğru bir iz üzerinde olduğunun bilincindeydi”
Salpa ile Yılmaz Güney, oluş halindeki fikrin, sezgi halindeki sınıf aidiyetinin ve sosyalist fikirlerin taşıyıcısı olan insanların yaşadıkları, deneyimledikleri ve öğrendikleri süreçleri serimlerken, nesnel bir tutarlılık içermesiyle de Yılmaz Güney sanatının sonradan sinemada örneklerine bolca rastlayacağımız gerçekçilikten beslenen ve onu besleyen yolunun 1973 Selimiye Cezaevi’nden ilk habercisidir.