Bu Gelen Ağır Düşmandır. Sen Dâhi Taze Bir Gülsün

98

Salih Zeki Tombak’ın daha önce Kuzgun Portal’da yayınlanan bu yazısını yazarın izniyle sitemizde yayınlıyoruz.

Başlık şaşırtmasın büyük krizleri karşılama tecrübesi üzerine tarihten bir örnek ve bir büyük kriz olarak Türkiye’deki covit 19 salgıni üzerine yazmak niyetindeyim.

Bunun için Halil İnalcık hocanın çok sevdiğim iki kitabını “evde kaldığım” günlerde yeniden raftan indirdim:”Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I” ve “Gazavat-ı Sultan Murâd b. Mehemmed Hân, İzladi ve Varna Savaşları (1443-1444) üzerinde Anonim Gazavâtnâme”

Ve 10 yıl kadar önce gittiğim Varna ovasının düzlüklerini ve güneyden gelirken sol taraftan Haliç duygusu vererek denize kavuşan gölü hatırladım.

Böylece gene salgın üzerine konuşalım ama sıkı bir tariıh ve bir parça coğrafya üzerinden oraya gelelim istedim.

1444 Krizi ve Varna Muharebesi

1444 yazında, Sultan II. Murad’ın tahtı 12 yaşındaki oğlu II. Mehmet’e bırakıp Manisa’ya çekilmesinden cesaretlenen Macar Kralı Hunyadi Yanoş, Edirne anlaşmasını çiğneyerek Osmanlı’ya saldırı hazırlığı içine girdi.

Yanoş, daha önce Osmanlıyla defalarca savaşmış ve Hristiyan dünyasında bir efsane olmuştu. Osmanlı süvarisine karşı çok etkili olan, ateşli silahlarla donatılmış arabalar ve yürüyen kalelerle karakterize olan “tabur savaşı”nda ustalaşmıştı.

Papalık denizde ve karada bir Haçlı gücü oluşturarak Yanoş’a destek verdi. Bizans ise “Düzmece Orhan”ı Trakya’da İnceğiz’e çıkardı. Karaman Beyliğiyle ittifak görüşmeleri yürüttü.

Macar ordusu Tuna’yı aştığı Eylül ortalarında Edirne’de, bir katliamla sonuçlanacak olan Hurufi ayaklanması Bedesten dahil şehrin büyük bölümünün kül olmasına yol açtı.

1444 yazı Osmanlı devleti için olduğu gibi, Fetret döneminin çatışmalarını ve acılarını unutmamış Anadolu ve Rumeli ahalisi için de bir varlık yokluk krizine dönüşmüştü.

Genç padişah, İnalcık hocanın tanımıyla “uç beyleri partisi”nin etkisi altında, askerin başına geçip savaşmayı istiyordu. Gene de tecrübeli sadrazam Halil Paşa’nın ( Çandarlı Halil Partisi) ısrarıyla, babasına herkesin bildiği davet mektubunu yazmaya razı oldu:

“Eğer bu diyârın şehriyârisen gel vilâyetünü himâyet eyle ve eğer raiyet olmağa ragbet etdünse ânın hükmünü reâyet eyle.”

Sultan Murat Anadolu sipahisini, azap, yaya ve müsellemleri “at gemileri” olan ve Ege tarafından Haçlı donanmasının tehdidi altındaki Gelibolu Boğazına getirdikten sonra, kendisi süratle dedesi Yıldırım Beyazıt’ın yaptığı Anadolu Hisarına geldi. Şimdi Rumeli Hisarı’nın bulunduğu yere de Rumeli Beylerbeyi, Şehabettin Pasa topçusunu yerleştirdi. İki kıyıdan topçu ateşiyle Haçlı gemilerine karşı geçişin güvenliğini sağladıktan sonra, ele geçirilen bir Venedik ticaret gemisiyle Padişah karşıya geçirildi ve hızla Edirne önüne geldi.

Oğul Padişah şansını bir kere daha denedi.

“Şahzâde yine tahta çıkıp hüküm eyledi ve emredib Halil Paşa’yı katına davet edib ve Halil Paşa’ya dedi kim, babamdan rica edesin kim, babam oturub Edirne’yi Istanbul keferesinden hıfzedib ben Ungurus keferesi üzerine varub gaza edem, dedikte, Halil Paşa âkil vezir idi ve eyitti kim şahzadem Padişâh hazretine ben bu sözü demeğe kadar değilim. Elhamdülillâh Padışahımız geldi, şimdengerü tedbir anındır; o nice derse öyle olur, deyüb cevap verdi. Zira bu düşman ağır düşmandır ve şahzâdem sen dahi bir taze gülsün, hemen sana lâyık olan budur ki, Padışahın fermanı üzere hareket edüp ve sözünden taşra çıkmayasın.”

Sonuçta Şahabettin Paşa Düzmece Orhan güçlerini dağıttı. Macar ordusunu yaklaşırken yıpratacak tedbirler aldı.

Kara Rahmanoglu Hamza, İzmit ahalisini gazâya çağırarak “azim bir donanma” yaptı ve Gelibolu ağzında bekleyen Haçlı donanmasını dağıtarak askerin karşıya geçmesini sağladı.

Ve nihayet 10 Kasım günü, Varna ovasındaki muharebeyi, başında Sultan Murat’ın olduğu Osmanlı ordusu; Macar ve Lehistan krallıkları, Eflak, Boğdan ve Hırvat prenslikleri, Litvanya Büyük Dükalıği, Töton Şovalyeleri ve Papalık birliklerine karşi kazandı.

Ve zaferden sonra savaş alanında “bulunan cevâhir ve altun ve gümüş eşya ne bulunduysa, defter edüb ve Padışahımız olan Sultan Mehmet bin Sultan Murad Han için zabt olundu” (1)

Büyük Krizler

Büyük krizler toplumların, devletlerin veya insanlığın karşısına sıklıkla çıkmıyor. Ama her büyük kriz, krizin karşılanmasını ve krizle başa çıkılmasını daha da güçleştiren bir dizi farklı krizle birlikte geliyor veya bu türden çakışmalar krizle başa çıkılmasını daha maliyetli hale getirebiliyor.

Krizle başa çıkmakta maliyetleri aşağı çeken unsurlar arasında sorun çözme kapasitesine güvenilir bir liderliğin, işleyen kurumların, kurumlarda rakip “partiler” arasında bile liyâkate verilen önemin ilk sıraları aldığı kesin. Şüphesiz girişteki örnekte görülen, sıradışı bir yaklaşımla tahtından feragat etmiş padişahın tekrar göreve çağrılması, öncesinde ve sonrasında benzeri yaşanmamış bir uygulamadır.

Böyle bir öneriyi yapabilecek özgüven de bir sadrazamlık kurumunun Osmanlı devletinin oldukça erken bir döneminde ortaya çıkabilmiş olması etkileyicidir.

Keza aralarında keskin mücadelelerin yaşandığı, veliaht cinayetlerinin işlendiği; askerin, bir diğerine ve hanedanın farklı temsilcilerine karşı ayaklanmaya bizzat bu kurumlar tarafından kışkırtılabildiği bir ilişkiler ortamında, karşılaşılan krizle başa çıkmak üzere ortak çözüm yollarına, rakip partiden gelse bile ikna olma esnekliği dikkat çekicidir.

Diğer taraftan krizin ciddiyetini kavrama kapasitesi, çözüm için yapılması gereken organizasyonların ve çalışmaların başarıyla gerçekleşmesinde kilit önemdedir.

Çandarlı Halil Pasa Kadı kökenlidir. Rakip parti ise savaş alanlarında sivrilmiş isimlerden oluşuyor. Askerler krizin derinliğini algıladıkları için Halil’in Sultan Murad tercihine direnmediler. Ve Halil Paşa Edirne Sarayı’nda diplomasiyi ve devletin rutinini yürütürken, bugün bile bu kadar kısa sürede hayata geçirilmesi imkânsız görünen organizasyonlar gerçeklestirdiler. İznik ahalisini “Gazâ, fikriyatına” ikna edip, neredeyse sıfırdan büyük bir donanma teşkil etmek ve bu donanmayla bir deniz savaşı kazanmak bunlardan birisidir.

Sultan Murat’ın sağ olarak Rumeliye geçişini sağlamaķ; bu kadar kısa sürede Anadolu askerini toplamak; on binlerce askerin iaşesini ve savaş alanına kadar aylar süren yürüyüşünü organize etmek ve bu arada tarihte ilk defa boğazın iki yanından yapılan topçu ateşiyle bir güvenli geçiş koridoru oluşturmak dönemi için çok detaylı planlamalar ve beceriler gerektiren işlerdir..

Halil Paşa partisi ise, orduyu kapıkulu askeri hariç, neredeyse tamamı rakip uç beylerinden oluşan bir komuta heyetinin liyakatine teslim ettikten sonra, Edirne’de şehrin savunulması gerekirse diye tedbirler alarak/aldırarak, muharebenin sonucunu beklemiştir.

Özet olarak her iki kanadın, aralarındaki rekabet ve mücadelenin ortadan kaldıramadığı
ortak değerleri ve kurumlara bağlılıkları vardır. Ve krizi çözmek için sorumluluk alanlarında yaratıcı, hızlı, enerjık ve gözü kara bir mücadele vermektedirler.

Covit 19 Pandemisi

Corona virüsü salgını insanlığın gördüğü en büyük felâketlerden biri. Yarattığımız iklim krizinin, çevre kirliliğinin ve gezegen üzerinde gerçekleştirdiğimiz her türlü tahribatın insan türüne geri dönüşlerinin olması ve bu geri dönüşler arasındaki sürenin kısalması kaçınılmaz. Bu defa ki çok hızlı yayılan ve çok yayılan bir virüs.

Dünyanın her yanından her gün hastalık ve ölüm istatistikleri geliyor. Ve bunun daha ne kadar süreceğine dair, elimizde sadece tahminler var.

Salgın, çalışmadığımız bir yerden gelmedi aslında. Çünkü Dünya sağlık örgütünün bu konuda uyarılar yaptığı, önceki tiplerine karşı mücadelelerin bir bilgi birikimi yarattığı; bazı devletlerin ilgili kurumları üzerinden bazı hazırlıklar yürütmüş olduğu artık hepimizin bildiği hakikatler.

Devlet yönetimleriyle birlikte hepimiz yaşayarak öğreniyoruz ki, bu salgın sadece bir sağlık sorunu değildir; dünya çapında ekonomik bir yıkım da yaratmaktadır. Uluslararası ekonomik krizlerin ardından uluslararası çatışmaların, savaşların çıktığı da hafızamızda korkunç bir bilgi olarak duruyor üstelik.

Sıkça tekrar ediyoruz ki, bu salgının başladığında yaşadığımız dünyaya bir daha dönülmeyecek. Daha iyi, daha eşitlikçi, daha özgür ve insani bir yere doğru mu ilerleyeceğiz; yoksa daha çatışmalı, daha otoriter ve zalim bir dünya mı inşa edilecek, bu tamamen uluslararası düzeyde cereyan edecek toplumsal mücadelelere bağlı.

Türkiye: Krizle En Geriden Yüzleşmek

Peki Türkiye devleti ve toplumu salgınla hangi koşullarda yüz yüze geldi?

Gerçeğimizi tam bir açıklıkla tarif etmek gerekirse; covit 19 salgını ortaya çıkmasaydı da Türkiye ‘yi yönetenler ve Türkiye toplumu çok zor şartlardan geçmekteydi. Gidişat bugün olduğundan daha kötüye doğru idi. Salgın bu durumu daha da vahim boyutlara taşıdı, insani maliyetlerimizi büyüttü ve salgın dışındaki krizlerimizi görünür hale getirdi.

Türkiye zaten ağır bir ekonomik kriz içindeydi. Kaynakları ve büyük borç stoku üretken olmayan alanlara yatırılmış; ülke kaynakları yağmalanmış, iç ve dış borç yükü taşınamaz boyutlara çıkmış; işsizlik salgın öncesi %20’lere yaklaşmış durumdaydı.

Ülke içindeki süreklilik kazanmış “büyük güvenlik operasyonları” , Irak’ta askeri operasyonlar; Suriye’de savaş, Doğu Akdeniz’de askeri gerilim ve Libya’da savaş.. Bütün komşularla ve geleneksel olarak ekonomik partnerimiz veya dostumuz veya müttefikimiz olan ülkelerle gerilim. Suriye’den, Asya ülkelerinden ve Afrika’dan büyük miktarda kontrolsüz göç…

Kalitesiz eğitim, yetersiz sağlık hizmeti, her geçen gün düşen refah ve çılgın bir eşitsizlik.

Bu tablonun iktidarın toplumsal desteğini azaltması karşısında, otoriterlik eğilimleri güçlenirken; toplumsal bölünme ve ayrışma iktidara tutunmanın yolu olarak öne çıktı.

Salgına Böyle Yakalandık.

Tek adamın her konuda tek karar verici hale geldiği rejim, salgının boyutlarını ilk gün kavrayamadı ve bugün de kavrayamıyor. Kriz koşullarında sınırların kapanmasında ve toplu ibadetlere son verilmesinde gecikti. Katı bir izolasyon kararını hala alamadı. Salgın başladıktan sonra umre izni verdi. Dönüşte etkin bir karantina uygulamadı vb vb. iktidar bütün bu hataları, oluşturulan “Bilim kurulunun” kararlarına rağmen siyasi ve ideolojik mülahazalarla yapıyor.

Krizin boyutlarını ve sonuçlarını kavrayamadığı için salgının bir “ekonomik büyüme fırsatı” yaratacağına inanıyor. Halkın yaygın açlık ve yoksulluğu karşısında tam bir umursamazlıkla davranıyor. Saray danışmanı Cüneyt Zapsu, “salgında nüfusun binde 3’ü ölebilir. Ama ekonominin durmasına izin veremeyiz” diye yazıyor. 246 bin kişinin ölümünü rahatlıkla telaffuz eden bir zihniyetle karşı karşıyayız.

Dolayısıyla toplumun büyük bölümü için mevcut iktidarın, salgına karşı mücadelede doğru politikalar izleyeceğine, halkın bütününün sağlığını ve ihtiyaçlarını gözeteceğine dair bir güven yoktur. Keza toplanan bağışların ve bütçe imkânlarının yerinde kullanılacağına dair de güven sıfırlanmıştır.

Bütün bu kriterler bakımından salgına karşı mücadelede pek çok devlet yönetiminin oldukça gerisinde bir performans söz konusudur.

Toplumun iktidarı desteklemeyen çoğunluğunun fikir, birikim, öneri ve ihtiyaçları iktidar tarafından dikkate bile alınmamaktadır.

Meselâ, 120 bin kapasiteli cezaevlerinde 280 bin hükümlü ve tutuklu bulunuyor. Tutukluların tutuksuz yargılanmak üzere hemen salıverilmesi; hükümlülerin de elektronik kelepçe gibi yöntemlerle, salgın geçinceye kadar cezaevlerinden acilen dışarı çıkarılması gerekirken; son derece eşitsiz ve adaletsiz bir infaz yasası değişikliğine gidilmekte, iktidar muhaliflerine karşı bitmeyen bir nefretle davranmaktadır.

İnfaz yasasında adaletsiz ve eşitliksiz değişiklikler veya salgın ortamında Kanal İstanbul ihalesi yapmak veya Haydarpaşa ihalesine yapılan itirazların corona günlerinde reddedilmesi, Cizre Belediyesine kayyım atanan kişinin, görevden alınan seçilmiş Eş başkanın malları için “kamulaştırma” kararı çıkarması, yani çökme ve talan anlayışının alenileşmesi vb vb iktidarın salgını “küçük işleri için” de FIRSAT olarak algıladığının somut örnekleridir.

En başa dönecek olursak; 1444 krizi karşısında işaret etmeye çalıştığım kuşatıcı, kapsayıcı yaklaşımlar; savaş alanında bile her maddi değerin “defter” edilip kayıt altına alınması, Osmanlı yükselişinin kurumsal temellerine işaret ediyor.

Salgın karşısında bugünkü iktidarın sığ kavrayışları ve izlediği politikalar ise bir çapsızlığı ve geleceksizliği, hatta bitmişliği ortaya koyuyor.

Ne yazık ki, iktidarın zihniyetinin değişmeyeceğini bildiğimiz gibi; yeni bir iktidarın veya iktidar tipinin ortaya çıkmasının da bugünden yarına gerçekleşmeyeceğini biliyoruz.

Halbuki, “bu gelen ağır düşmandır”.

 

TEILEN