Sinan Dervişoğlu’nun bu makalesi Fabrika dergisinin 63. sayısında yayınlandı.
Giriş: “Dedi mi, Demedi mi ?”
12 Mart günlerini yaşayanlar hatırlayacaktır. Darbenin akabinde, bir gericilik merkezi haline getirilmiş olan Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin girişine ışıklı bir pano asılmış; askeri üniformalı bir Mustafa Kemal resminin altına şu sözler yazılmıştı: “Şurası unutulmamalıdır ki Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli !” Mustafa Kemal’in böyle bir söz söylediğini ilk defa duyan aydın kesimde şaşkınlık yaratan bu pano, aslında 12 Mart faşizminin, o ana kadar Atatürk’e sahip çıkarak solculuk yapan Türk Solu’na bir naziresi, onu solun bir sembolü olmaktan kurtararak girişeceği Atatürk bazlı bir anti-komünist saldırının da ilk belirtisiydi. Bu pano 12 Eylül’den sonra dahi uzun yıllar orada kaldı. Erzurum’da yaşayan yürekli devrimciler bunu defalarca kırdılar; gene defalarca tamir edildi. Ta ki SSCB’nin yıkılıp, AB’ye girme sürecinin de belli bir noktaya geldiği 1990 başlarına, birileri “hem gerek kalmadı; hem de artık sırıtıyor” diyene kadar. 12 Mart ve 12 Eylül arası dönemde kimse bu sözler üzerinde fazla durmadı. MHP’nin faşist söyleminde Atatürk’e ihtiyaç yoktu; marksist literatürü daha geniş kavramış ve mücadeleye paralel olarak teorik üslubu da daha keskinleşmiş Türk Solunun da Atatürk’ü önemsediği yoktu. Ancak 12 Eylül sonrasındaki askeri faşizm, temel ideolojik motif olarak Atatürkçülüğü seçince resim değişti. Artık “isyancı” pozlarını bırakıp hizaya sokulan MHP ve (islamcılar hariç) diğer sağ, faşizmin resmi söylemine rahatça intibak ederek Atatürkçülüğü benimsediler. Solun ise, yokedilen kadroları dışında ayakta kalanlar için, “anti-emperyalist” motifler üzerinden “sol” çeşnili bir Atatürkçülük, düzenle uyumlu kılmak için bir kapı olarak açıldı; daha doğrusu bir yol olarak tanımlandı. Elbette bu yolda gene temel nokta, solun Atatürk’le barıştırılması; Atatürk’ü solun gözünde sevimsiz kılan tüm olguların temizlenmesiydi; bunu da yakın dönemde devletin ideolojik taşeronları olarak Uğur Mumcu, Atilla İlhan, İlhan Selçuk, Emin Çölaşan… yeterince üstlendiler. Burada en çok üzerine gidilen iki noktadan biri Mustafa Suphi cinayeti olmuş, bu konu daha önceki yazılarımızda etraflıca ele alınmıştır. Diğeri ise yukarda zikrettiğimiz o malum sözlerdir.
M.Kemal bu sözleri etmiş midir? Onun el yazısıyla ve imzasıyla bu sözlerin yazılı olduğu bir belgeyi Selim Sarper ortaya koymuş; daha sonra Çetin Altan bu yazıyı İsviçre’ye göndererek kaligrafi uzmanlarına inceletmiş ve sonuçta bu el yazısının teknik olarak Atatürk’e ait olmadığı anlaşılmış; Selim Sarper de bu sonucun normal olduğunu, çünkü kendisinin bu yazıyı aslının üzerine cam koyarak kopya ettiğini söylemiştir. Daha sonraları Atilla İlhan, 2005 yılında çıktığı “Ceviz Kabuğu” programlarından birinde bu olayı ele almış; yıllar boyu Atatürk’e atfedilen bu sözün aslında ona ait olmadığı, belirtilen yazının bir taklit olduğu gerçeğinden hareketle M.Kemal’in asla anti-komünist olmadığı, hatta bir tür “solcu” olduğu şeklinde geleneksel yavelerini tekrarlamıştır. Sözü geçen yazının bir taklit olduğu kesin gibidir. Ancak bu durum, mezkur sözlerin Atatürk tarafından telaffuz edilmediği, söylenmediği anlamına gelir mi, bu ayrı bir konudur. Bu konuda incelediğimiz bütün kemalist, türkçü, ülkücü-faşist internet siteleri, sözkonusu sözleri neredeyse bir logo haline getirmekle beraber, bunların kaynağı hakkında anlamlı bir bilgi sunamamaktadır. Sorun gene Atatürk’ü ve onun tarihsel mirasını sol ve sağ’ın kendi aralarında çekiştirdikleri, diğerine kaptırmayarak sahiplenmeye çalıştıkları eski tiyatronun yeniden sahnelenmesidir. Ancak bu kez durum 60’lardakinden farklıdır; zira kolları çekiştirilen Atatürk heykelinin ardında 12 Eylül’ü yapan ve Türkiye’ye halen damgasını vuran güçlü bir faşizan militarist yapı vardır ve keyifle seyrettiği bu manzarada, Atatürk imajına yapışmış olan sağı da solu da bu sayede rahatlıkla idare etmektedir. Gene ideolojik kirliliğe konu olmaya müsait bu alanda, imdadımıza belgeler yetişmiştir. Geçtiğimiz aylarda TÜSTAV yayınlarından çıkan “1929 TKP Tevkifatı” başlıklı çalışma, bu sözlerin yalnızca gerçekten söylendiğinin kanıtını sunmakla kalmamakta, bunların telaffuz edildiği tarihsel arkaplan hakkında da ayrıntılı bilgi vermektedir. Konu şu şekilde gelişmiştir:
1929 Tevkifatı ve M.Kemal’in Müdahalesi
1927 Tevkifatından sonra TKP’de bir Muvakkat (geçici) Merkez Komitesi oluşturulmuştur. Hikmet Kıvılcımlı, Hüsamettin Doğu, İsmail Bilen gibi kadroların öne çıktığı ve hareketin İstanbul ve İzmir’de yeni unsurlarla güçlenerek geliştiği bu dönem, İzmir polisinin başlattığıbir operasyonla son bulmuştur.İlişkiye geçilen ve kazanılan tüm üye ve sempatizanların gözaltına alındığı bu operasyonda hemen hepsine (hatta yakınlarına) işkence yapılmış, sanıklar baskı altında verdikleri ifadeleri 26 Haziran 1929 günü çıkarıldıkları mahkemede reddetmişlerdir. Bu tevkifatın ve onu izleyen mahkemenin ilginç ve özgül yönü, savcılığın iddianamesidir. Gerek savcı, gerekse hakim, defalarca üstüne basa basa şunu belirtmiştir: “Komünizm Türkiye’de elbette bir suç değildir. İsteyen istediğini düşünür ve düşündüğünü ifade edebilir. Suç olan halkı hükümete karşı isyana teşvik etmek ve irticai demeçler vermektir.” Savcılığın irticadan kastettiği, dağıtılan TKP bildirilerinde yer alan ve harf devrimiyle kıyafet devrimini alaya alan ifadelerdir. Görüldüğü gibi, devlet o güne kadar komünistlere soluk aldırmamakla birlikte, yapılan baskı ve saldırının gerek- çesi asla açık ve yıllar boyu alışageldiğimiz adi anti-komünizm olmamış; kullanılan esas argümanlar “güvenlik ve istikrarın bekası”, ya da bizzat komünistlerin şahsına yönelik suçlamalar olagelmiştir. Daha 1920’de M.Kemal, M.Suphi’lere saldırdığı meşhur Meclis gizli oturumunda komünizmi lanetlememiş; sadece M.Suphi’ler için “memleketin birtakım soysuz evlatları” deyimini kullanmıştır. 1925’de Takrir-i Sükun esnasında yapılan tevkifat olağanüstü koşullarda siyasi istikrarı korumak adına yapılmıştır. 1927’de rejimin kalemi Yunus Nadi Sovyetler’i muhatap alan bir makalesinde “komünizmin bir bilim olduğunu, incelemek gerektiği”ni belirttikten sonra Türkiye’deki komünistlerin ise “ ne yazık ki işçilerin kafasını karıştırarak onların sırtından geçinmek İsteyen bir yığın tufeyli” olduğunu ifade etmiştir.[1] Sovyetler’den alınan yardımın anısı hala sıcak; ve bu ülkeden sağlanan maddi-manevi yardım hala anlamlıdır; bu da kemalizmin komünizme karşı kullandığı ideolojik cephaneliği fakirleştirmekte, daraltmaktadır. Mahkemede TKP’li sanıklar bu durumu değerlendirmiş, müdafalarını bu tema üzerine kurmuştur. Özellikle Hikmet Kıvılcımlı komünistlerin amacının Cumhuriyet’i yıkmak olmadığını, yoksul halkın ve emekçilerin haklarını korumayı amaçladıklarını, komünizmin bir grubun isteğiyle değil, tarihsel gelişimin sonucunda oluşacak bir düzen olduğunu vurgulamıştır. Mahkeme sonuçta sanıkları mahkum etmiş ancak sanıklar temyize başvurmuştur. Mahkemeye ilişkin esen hava da çok menfi değildir. Olayı yansıtan gazetelerde egemen olan hava, şimdiki PKK duruşmaları gibi bir toplumsal linç havası değil; daha serinkanlı, hatta merak dolu bir havadır. En sert ifade ise “komünizm kisvesi altında bir grup tufeyli”1 şeklinde, gene bir anlamda komünizmi “tenzih” eden sözlerdir. Mustafa Kemal’in müdahalesi tam o noktada gündeme gelmiştir. Yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı, 7 Ağustos 1929 günü dava temyizde iken Eskişehir’e gelmiş, tren istasyonunda temyiz heyetini oluşturan hakimleri de çağırarak şunları söylemiştir: Türk milletinin içtimai nizamını ihlale müteveccih (yönelmiş-editörün notu) didinmeler boğulmaya mahkumdur. Türk milleti kendisinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsid (fesatçı), sefil, vatansız ve milliyetsiz sebük-mağzların (beyinsiz, akılsız) hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir heyet değildir. O şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, kahredilmeye mahkumdur. Bunda köylü, amele, ve bilhassa kahraman Ordumuz beraberdir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Hakim efendiler !.. Siz kanun adamlarısınız !….Elinize milletin, vatanın her türlü hak ve menfaatlerini vikaye eden (koruyan) kanunlar tevdi edilmiştir. İşaret ettiğim noktaları işittiniz. Türk milletinin büyük haklarını müdafaa ederken bu noktalar ehemmiyetle hatırda tutulmalıdır. Bu memleketteki komünistler, yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alakadar olacağım. Şurası unutulmamalıdır ki Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli!…” 2Bu sözleri hukuk açısından incelediğimizde tipik bir yargıya müdahale olduğunu tespit etmemiz gerekir. Ancak burada bu çıkışın içerdiği anlam, işin hukusal yanındaki arızadan çok daha ötededir. İlk defa kemalist rejim, komünizme karşı kamuoyu nezdinde izlediği kaypak söyleme son vermiş; pratikte 1920’den beri izlediği anti-komünist tavrı, en yetkili ağızdan günlük siyasi söylemine de egemen kılmıştır. Komünizm artık “bize uymasa da incelenmesi gereken bir düşünce” değil, açıkça bir düşmandır ve onu savunmak da açıkça bir suçtur.
Bu demecin sonuçlarına geçmeden gerçekliği hakkında birkaç noktayı belirtelim Birincisi, bu sözler için 3 adet gazete (Milliyet, Cumhuriyet ve İkdam) referans gösterilmektedir; araştırılıp bakılabilir. Ancak bu sözlerin gerçekliğinin tek kanıtı, yukarda değindiğimiz ve kıt kafalı sağcıların el çabukluğuyla taklit ettikleri yazıdan ibaret olmadığı gibi, bu üç gazetenin o tarihteki nüshaları da değildir. Öncelikle bu demeç, Türk komünistleri arasında tepkiye neden olmuş; TKP MK sırf bu demeçle ilgili bir açıklama yapmıştır. TKP, “Eskişehir İlan-ı Harbi” başlıklı bir bildiri yayınlamış ve şöyle demiştir: Türkiye burjuvazisi, Cumhurreisinin ağzıyla Eskişehir istasyonunda TKP’ne harp ilan etti. Bu, çoktandır devam eden bir muharebenin burjuva devletinin en yüksek makamı tarafından resmen tasdiki demektir. Bir müddet evvel de, Başvekil İsmet Paşa Meclis’te söylediği bir nutukta komünistlere taarruz etmişti. Mustafa Kemal Paşa, komünistlere uzun uzadıya küfür ettikten sonra onları ordu kuvvetiyle tehdit etmiş ve ilk defa olarak komünistlere karşı mücadelede Türkiye amelesinden, köylüsünden, esnafından yardım dilemiştir…… Eskişehir nutkundan alacağımız derse gelince: ….Bilhassa her sahadaki faaliyetimizde, kitlelere bugünkü hükümetin ve Cumhurreisinin burjuva mahiyetini anlatmak lazımdır. Halk Fırkasının, Halk Fırkası hükümetinin, BMM’nin, Cumhurreisinin yüzlerindeki maskeyi yırtmak, ve şahısların nasıl burjuva müessesesi ve mümessilleri olduğunu emekçi sınıfına göstermek TKP’nin önünde duran en mühim meselelerdir. TKP, Türkiye burjuvazisinin reisi, Türkiye amele, köylü, ve esnafının en büyük düşmanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın resmi harp ilanını, büyük bir soğukkanlılıkla karşılar ve yoluna devam eder.3Bu açıklamanın belgesi mevcuttur; dolayısıyla tepki gerçekse etkinin de gerçek olduğu aşikardır. Kaldı ki, TÜSTAV’ın yayınladığı kitapta varolan başka tanıklıklar (Avusturya’lı komünist Scharfmann’ın mektupları gibi) da M.Kemal’in bu demecine yeterince atıfta bulunmakta, onu yeterince “gerçek” kılmaktadır. M.Kemal’in bu sözlerinin siyasi sonuçlarını ilk yaşayanlar gene bu davanın sanıklarıdır. Mahkumların nispeten düzgün koşullarda hapis yattıkları 1927 tevkifatının aksine, 1929 tevkifatının mahkumları Anadolu’nun en ücra ve berbat hapishaneleri olan Diyarbakır ve Elazığ’a yollanmış; ahırdan bozma koğuşlara tıkılmış, uzun süre havalandırma hakkından mahrum bırakılmış; yolda jandarmanın, hapiste de gardiyanların ve yönetimin, yukardan zorlandığı belli olan özel baskılarına maruz kalmıştır. Aynı zamanda Cumhuriyet savcı- sının sık sık hapishaneye gelerek mahkumları taciz etmesini aktaran TKP üyesi Assimakopulos, ayrıca o dönemde tüm hakim ve savcılara devletin “marksizm dersi” verdiği şeklinde bir not düşmüştür.4 Doğruysa, cepheden ve topyekûn bir ideolojik saldırının unsurlarıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkündür. Geçtiğimiz günlerde M.Kemal’e ilişkin yayınlanan başka bir anı da, gene rejimin liderinin ağzından aynı komünizm alerjisinin başka bir örneğini sunmaktadır. Kendisiyle din konusunda sohbet eden ABD büyükelçisi Charles H.Sherill, kendisine Bursa’da laiklik aleyhine bazı nümayişler olduğunu hatırlattığında şu yorumla karşılaştığını aktarmaktadır: Bu çerçevede yakın tarihte cereyan eden Bursa hâdisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türkler tarafından değil üç yabancı arafından çıkarılmıştı: bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti (abç)[5] Üçüncü Enternasyonal’in kemalist iktidara karşı dinsel tepkileri körüklemesi şimdiye kadar hiç aşina olmadığımız bir ihtimaldir. Burada sanırız ya anti-komünist bir takıntı, ya da ABD elçisini etkilemeye yönelik bir antikomünist yorum söz konusudur. Aynı şekilde, anti-komünist duruşuyla tanınan ABD’li General Mc Arthur ile de 28/9/1932’de görüşen M.Kemal, kendisine dünyadaki durumu değerlendirirken şu yorumu yapmıştır: “Avrupa’da vukubulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harbetmiş bir millet olarak biz Türkler, orada cereyan eden hadiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı ile görüyoruz…Uyanan ŞARK milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.” Mc Arthur ise bunun üzerine şöyle demiştir: Sonuç olarak Eskişehir garında verilen demeç, rejimin belki pratiğinde değil (zira belirttiğimiz gibi komünistler 1920’den beri baskı altındadır) , ama ideolojik söyleminde bir dönüm noktasıdır. “Bazı komünistler” ya da “bir takım gizli komünist teşkilatlar” değil, bizzat Komünizm’in kendisi bir akım ve düşünce olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin açık, tanımlı, resmi düşmanı haline gelmiştir. O tarihe kadar komünizmi en azından bir fikir akımı ve mefkure olarak meşru gören, ve ifade edilme (ya da en azından ) kafalarda 5 Toplumsal Tarih, Eylül 2006, “Amerikan Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in Raporu” varolma hakkını reddetmeyen resmi ifadeler bir daha geri gelmemek üzere tarihe karışmış; yerini sıradan, bildik, pespaye anti-komünizm almıştır. Demeseydi Ne Değişirdi? Daha önceki yazılarda, kemalist yönetimin komünistlere saldırısına ve indirdiği darbelere değinmiştik. Bu yazımızda ise şimdiye kadar, M.Kemal’in net anti-komünist tavır alışının ifadesi olan sözlerini ortaya koyduk; böylece MGK’nın sol içindeki uşaklarının Atatürk’ü bir tür solcu olarak gösterme gayretiyle bu olgular üzerine çekmek istediği perdeyi kaldırmış olduk. Ancak bu olgu dahi, bu paragrafımıza koyduğumuz başlığın işaret ettiği gibi gerçeği etkilememekte, sadece bir belgesel katkı olabilmektedir. Bu sözler sadece bir uydurma bile olsaydı, kemalist rejimin pratiğinin ortaya koyduğu siyasal profilde, yani komünistlere ve sola karşı uygulanan baskının şiddetinde ne değişirdi? Önce tevkifatlardan başlayalım. Aşağıda Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 1920 yılından itibaren yapılan toplu komünist tevkifatlarının listesi yer almaktadır. Doğaldır ki, arada yapılan şahsi, münferit tevkifatlar bu resmin dışındadır:
1922 THİF tevkifatı 1923 Tevkifatı
1925 Tevkifatı 1927 Tevkifatı
1929 Tevkifatı
1933 Tevkifatı
1944 Tevkifatı
1945 İGB Tevkifatı
1947 Tevkifatı
1951 Tevkifatı
Tevkifatların (tutuklamaların-editörün notu) sıklığına, aralarındaki zamanın darlığına bakıldığında farkedilen tek şey, komünistlere karşı saplantı seviyesinde bir husumet ve gözü dönmüşlük derecesinde bir saldırıdır. Neredeyse her iki senede bir tutuklanan ve nefes aldırılmayan bu komünistler kaç kişidir ve yeni kurulan TC’ye karşı tavırları nedir? 1926 Viyana Konferansındaki raporda TKP’nin üye sayısı 350, bir sene sonra Komintern’e yollanan raporda ise 138 olarak verilmektedir. Sonraki senelerde ise illegal TKP’nin bu rakamlara asla ulaşamadığını biliyoruz. Bu 350 kişi tepeden tırnağa silahlı olup en saldırgan-terörcü politikaları benimsemiş olsalar dahi yeni kurulmuş Cumhuriyet için ciddi bir maddi tehlikenin söz konusu olamayacağı açıktır. Kaldı ki uzun yıllar boyu TKP, yeni kurulmuş Cumhuriyeti emperyalizm ve irticaya karşı korumak ve kemalizmin burjuva politikalarını eleştirmek ikilemini her zaman yaşamış; bu iki olgudan hiçbiri TKP’nin gündeminden bütünüyle kalkmamış; en “sol” döneminde dahi (muhtemelen SSCB politikasının da etkisiyle) “gerekirse kemalistlere yardım eli uzatmak” tavrından vazgeçilmemiştir. Dolayısıyla hem Cumhuriyet’e karşı gerektiğinde hayırhah olabilen, hem de sayıları sınırlı bu insanlara, yani, komünistlere karşı geçmişte soluk almadan girişilmiş bu saldırıların nasıl bir gözü dönmüşlük olduğunu düşünmek gerekir. “Komünist avı” deyimi kullanıldığında aynı metaforu biraz yaygınlaştırırsak, burada söz konusu olan şeyin “av” değil “tirolcülük” olduğunu söylemek gerekir. Amaç yumurtaları ve üremeyi yok etmektir.
Tevkifatlara arka planda eşlik eden baskılar için de aynı şey geçerlidir. Fiziksel baskı, yani işkence, solun karşısına 1980’lerde çıkmamış; 1920’den beri, yani M.Kemal yönetimi altından başlayarak sistematik olarak uygulanmıştır. Sadece 1929 tevkifatında Ferit’i (İstanbul Elektrik Şirketi Fen Müfettişi) konuşturmak için eşine işkence yapılmış; kadın bayılmıştır.6 Kimi sanıklar (İsmail, Scharfmann) hastanelik olmuş, cerrahi müdahale gerekmiş, başka bir sanık haftalarca kan tükürmüştür.7 Daha sonraları Dr.Hikmet Kıvılcımlı aynı tevkifatta insanları konuşturmak için kızdırılmış demir çubukların kullanıldığını yazmıştır.8
Resmi daha genel bir panaroma altında incelersek, komünistlerin Türkiye Cumhuriyeti siyasal yaşamındaki yerini, aynı coğrafyada bulunan ve bir çoğu aynı tarihsel macera (yani Osmanlı’nın yıkılması) sonucu oluşmuş diğer ülkelerle, yani Ortadoğu ve Balkan ülkeleriyle karşılaştırmak anlamlı olacaktır. Son 4 satır oldukça anlamlıdır. Ortadoğu ve Balkan devletleri arasında, kurulduğundan itibaren komünizme yaşama izni vermemiş devletler sadece TC ve Arap kırallıklarıdır. Başka bir deyişle, “çağdaş, modern, Batılı, yegâne müslüman demokrasi, Avrupa’lılığa aday” gibi sıfatları kendine vehmeden TC’nin, anti-komünizmdeki tek dengi, petrodolarların gölgesinde Ortaçağ karanlığını hala yaşayan teokratik kırallıklardır. Dilimizde oldukça yaygın (ve genellikle övgü için kullanılan) bir kıyaslama formunu bir kez daha kullanmak gerekirse, hiç şüphesiz TC (diğer 3 akranıyla birlikte) “Ortadoğu ve Balkanların en antikomünist devleti”dir.
Kemalizmin Anti-Komünizmi: Sosyal Değil Siyasal Bir Olgu
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle bütünleşmiş, Mustafa Suphi cinayetinden TKP tevkifatlarına, 12 Mart’tan 80 öncesi katliamlara, 12 Eylül’e kadar uzanan ve bugün de Ftipi cezaevleri denen vahşetle süren bu komünizm düşmanlığının sebebi nedir ? Rejimin kurucusu olan M.Kemal ve arkadaşları, niçin sayısız örneğini vermeye çalıştığımız bir şiddetle komünizme saldırmış; Atatürk’e atfedilen (ve doğruluğu ortaya çıkan) sözde belirtildiği gibi, “onu her görüldüğü yerde ezmiş”tir ? Önce yanlış ve gerçeği saptırıcı sözde açıklamaları bertaraf ederek gerçeğe yaklaşmaya çalışalım. Bunlardan biri, Türkiye’nin meşhur “jeopolitik konumu”dur. Murat Belge ‘nin 12 Mart’ta kendisini sorgulayan istihbarat subayından aktardığı gibi,9 Türkiye’deilerici harekete karşı her türlü baskı, her tülü alçaklık bu malum “jeopolitik konum” adına yapılmıştır. Bizim özel durumumuzda, yani 1920’lerin anti-komünizmi konusunda ise mantık şudur: “Komünistlerin sayısı az olabilir. Ama Sovyet Rusya ile sınır komşusu olmamız, onları her an güçlenebilecek potansiyel bir tehlike yapmaktadır. Atatürk de bu yüzden komünistlere sert davranmıştır”. Anti-komünizm olgusunu, gene özünde anti-komünist olan argümanlarla “açıklayan” bu yaklaşım, aslında hiçbirşeyi açıklamayan bir yüzsüzlük örneğidir; işin ilginç tarafı kimi “solcu” ve “komünistler” de bu açıklamayı makul karşılamağa, 80 yıllık baskı ve zulmü “jeopolitiğin bir cilvesi” olarak kabul etmeğe hazır görünmektedir. Bu açıklama çarpıktır, ve benzeri durumlarla yapılacak anlamlı bir karşılaştırmaya dayanamayacak kadar da çürüktür. Çin’iele alalım. 1920’lerde fakirliğin, feodal geriliğin ve iç bölünmelerin perişan ettiği bu ülke, tıpkı Türkiye gibi yabancı işgalcileri ve yerli aristokrasiyi kovarak bir Cumhuriyet kurdu ve gene Türkiye gibi bu davasında Sovyetler’den açık destek aldı. Bu ülke de aslında SSCB karşısında son derece güçsüzdü; üstelik Çarlık döneminden beri süregelen ihtilaflar sonucu, SSCB açısından talep konusu olabilecek topraklara (Doğu Türkistan) sahipti. Benzerlik de burada bitmektedir. Bu olgulara rağmen,devrimin önderi Sun Yat Sen, “tehdit olabilirler” diye komünistlere baskı uygulamak şöyle dursun, sonuna kadar komünistlerle siyasi işbirliğini savundu. Ancak yıllar sonra, tercihini Batı’dan yana yapan Çan Kay Şek’in politikayı değiştirmesi sonucu komünistlerle savaş başlamıştır. Bu savaş, “sınır”ın ya da “jeopolitik konum”un değil, açıkça yöneticilerin siyasi tercihlerinin dolaysız sonucudur. Aynı şekilde SSCB ile sınırı (ve büyük bir tarihsel dostluğu)olan Bulgaristan’da faşist yönetim Komünist Partisi’ni yasaklarken, gene SSCB ile ufak da olsa ortak sınıra sahip (ve oldukça küçük bir ülke olan) Çekoslovakya, Tomas Masaryk’in liberal yönetimi altında Komünist Partisi’ne özgürlük tanıyordu. İç güçler dengesinin, sınıf ilişkilerinin, ve yönetici sınıfların tercihinin sonucu olan bir olgunun vebalini salt coğrafyanın sırtına yıkmak, Türkiye’de 80 yıldır süren bir sahtekarlıktır; sol adına buna ortak olmanın da bir anlamı yoktur. O zaman TC’nin kemalizmde somutlaşan bu kurumsal anti-komünizmi hakkında biraz daha derinleşelim. Kemalizm adına sınıfsal bir tavırdan bahsetmek mümkün müdür ? Başka bir deyişle, ülkede mevcut ve köklü bir burjuvazinin, yükselen işçi ve emekçi hareketi karşısında siyasi temsilcisi olan kemalistleri harekete geçirerek komünistlere karşı bir baskı dalgasını tetiklemiş olması gibi bir durum söz konusu mudur? Batı Avrupa’da anlamlı olabilecek bu bakış açısı ve çerçevenin, ve onun temel öğelerinin 1920 Türkiye’sinde maalesef hiçbir karşılığı yoktur. Ne burjuvaziden, ne yükselen işçi hareketinden, ne de burjuvaların kendi temsilcileri olarak başa kemalistleri getirmelerinden bahsetmek mümkün değildir; ve bu doğrultuda yapılacak tüm “açıklama”lar, meseleyi marksizm adına basitleştirmek ve sığlaştırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. İşçi hareketi henüz oluşma aşamasındadır; ancak toplumsal gündeme damgasını vurmasına ve iktidarı zorlayan bir olgu haline gelmesine daha çok vardır. “Burjuvazi” adına sayılabilecek yegane olgular Anadolu’daki mütegallibe ve büyük toprak sahipleri ile, devlet eliyle yaratılmış genç ticaret ve iş adamlarıdır. Bunların M.Kemal ve partisini “yönetmeleri” söz konusu değildir; bizzat bunları bir toplumsal proje çer çevesinde yaratan M.Kemal ve siyasi ekibidir. Bu siyasi-askeri ekibin de (Prusya junker’leri misali) büyük burjuva ya da zengin ailelerden gelmediği aşikardır. Bu noktada, ekonominin belirleyici olduğu tarihsel materyalist şemaları zorluyor, ya da yıpratıyor gibi gözüken, ama kanımca onu zenginleştiren, ve “siyasetin belirleyiciliği”ni temel alan bir açıklamaya yönelmemiz gerekiyor. Bir Siyasi Tercihin Oluşumu Kurtuluş Savaşı’ın gelişim süreci içinde, M.Kemal’in nasıl önce “sol” görünümler çizdiğine ve daha sonra hangi gelişmeler sonucu sol ve komünist harekete karşı tavır aldığına daha önce başka yazılarda değinmiştik. Özetlemek gerekirse:
1) Ne M.Kemal’in, ne de yönetici ekipteki her hangi bir arkadaşının 1919’da batılı anlamda bir burjuva cumhuriyet kurma projesi kafasında yoktur. M.Kemal kendisinin Müdafaa Nazırı olduğu bir padişah hükümetini, Balıkesir’de verdiği hutbede “Kur’anı temel alan” bir rejimi, Karabekir’in iddiasına göre bizzat halife olmayı, “yoldaş” diye başlayan mektuplarla bolşevikliği denemiş; bütün bu siyasi alternatifleri kendisine ve ekibine sunduğu siyasal güç olanakları açısından tartmış ve değerlendirmiştir.
2) O günkü konjonktür ve Sovyetler’in Kurtuluş Savaşı’na yardımı sonucu komünist düşünce Anadolu’da kolayca popülerleşme şansına ve potansiyeline sahipti.
3) M.Kemal, bu potansiyeli önce tekeli ve kontrolü altına almak istemiş; bu doğrultuda sol söylemli bildiriler yayınlamakla kalmayarak bizzat bu potansiyelin Sovyetler nezdinde yegâne temsilcisi olabilmek için kendisi bir Komünist Partisi kurmuş; ve Sovyetlerden tanınmasını beklemiştir.
4)Bu mümkün olmayınca; öte yandan Londra konferansı sonrasındaki manevralarda, Sovyetlerle barış içinde olmak kaydıyla, komünizmi seçmeden de Sovyetler’den destek alabileceği kesinleşince sola darbe vurmakta gecikmemiştir.Sola vurulan darbenin ardındaki güdü, ne kendisinin bir burjuva olması, ne de (olmayan) burjuvaları tatmin etme ya da desteğini alma kaygısı değildir. O aşamada kendisi açı- sından sorun, kendince önderliğini yaptığı bir mücadelede insiyatifi yitirmeme, ipleri başka bir siyasi ekibe kaptırmama kaygısı olmuş, anti-komünist refleks bu kaygının sonucunda şekillenmiştir. Kurtuluş Savaşının içinde filizlenen sol hareket ve potansiyel, kemalist önderliğin bu kaygısına kurban edilmiştir. Ancak 1923 ve sonrasına varıldığında durumun yani M.Kemal ve komünist hareket ilişkilerinin değişmiş olması beklemek için çok sebep vardır. Öncelikle, kendi önderliği pekişmiş, “Büyük Kurtarıcı” olarak anılan bir milli kahramana dönüşerek, kimsenin gölgeleyemeyeceği bir prestije kavuşmuştur. Padişahlık ve destekçileri yenilmiş, toplumsal dönüşümler için yol açılmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndaki destekçimiz SSCB açısından da değişen bir şey yoktur. Bu ülkenin Türk komünistlerine çizdiği en son perspektif, Mustafa Suphi cinayeti ertesinde Komintern kongresi’nden Radek’in TKP’ye verdiği öğütlerdir: “.. Türkiye’li komünistlere şu öğüdü verdiğimiz için bir an bile pişman değiliz: Parti olarak örgütlendikten sonra ilk göreviniz Türkiye’deki milli kurtuluş hareketini desteklemek olmalıdır…..Ve kovuşturuldukları şu anda dahi bir Türk komünistlerine şöyle sesleniyoruz: Bu ana bakarak yakın geleceği unutmayın! Türkiye’nin büyük uluslararası devrimci önem taşıyan bağımsızlığını savunma görevi henüz sona ermiş değildir. Size saldıranlara karşı kendinizi savunun, kılıca kılıç çekin, ama henüz kurtuluş mücadelesine sıra gelmediğini, Türkiye’nin yeni billurlaşan devrimci unsurlarıyla daha uzun süre birlikte yürümek zorunda olduğunuzu bilin.”10 Komintern’in genel çizgisi de, Roy gibi muhaliflerin uyarılarına rağmen, az gelişmiş ülkelerde ulusal burjuvazilerin desteklenmesidir. Kaldı ki SSCB 1923 sonrasında iç savaş yaralarını sarmak, yok olmuş ekonomisini ayağa kaldırmak, ve en önemlisi Lenin’in son dönemi ile sonraki Stalin iktidarı arasındaki geçiş döneminin (“interregnum”un) siyasi yalpalamalarıyla baş etmek durumundadır; ve Türkiye dahil hiçbir ülkeye karşı 1968 Çekoslovakya, yada 1980 Afganistan örneğindeki gibi “aşırı aktif” bir dış politika izleyecek hali yoktur. Ülke içinde de komünistler, kemalist iktidara karşı “topyekûn isyan” tavrı izlememekte, 1926 Viyana Konferansında Nazım gibi en “keskin” kadrolar dahi kemalistleri “kendi dışımızdaki tek anti-emperyalist güç” olarak tanımlamakta; ve izlenen anti-komünist politikaya rağmen koşullar zorlaştığında Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarını korumak için kemalistlere yardıma hazır bir duruş sergilemektedir. O zaman bu düşmanlığın, Kurtuluş Savaşı’nda başlamış baskıları sürdürüyor olmanın sebebi nedir? Niçin komünistlere karşı sınırlı dahi olsa bir özgürlük verilmemiş, gerektiğinde desteği ve katkısı alınabilen yasal bir muhalefet gibi davranılmamıştır? Yasal parti kuramasalar dahi, kimi eski İttihatçılar, ya da liberaller gibi, (gene polisçe izlenmekle birlikte) açıkça çalışabilen ve tanınan bir “çevre” dahi olmalarına izin verilmemiştir? Bu soruların cevabının irdelenmesi, bizi yalnızca komünist hareket için değil, kemalist önderliğin ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını keşfetme, kemalizmin siyasi mahiyetini tanıma anlamında oldukça önemli noktalara götürecektir. Herşeyden önce, net olarak anlaşılması gereken odur ki, M.Kemal ve CHP iktidarı, 1920’lerde bugün anlatıldığı kadar popüler ve güçlü değildir. Ülkeyi kurtarmış olmanın yarattığı saygınlık başka olgularla rahatça gölgelenmiştir. Birincisi açlık ve sefalet sürmekte, buna karşılık CHP çevresinde hızla kümeleşen bir “affairiste” (vurguncu-yiyici) kütlesi devlet desteğiyle zenginleşerek ülkenin genç burjuvazisini oluşturmaktadır. Yakup Kadri’nin “Ankara”, Falih Rıfkı’nın “Çankaya” adlı eserlerinde başarıyla aktarıldığı gibi devrim, başlangıçtaki halkçı söylem ve iddiaları açısından hızla yozlaşmış, siyasi gücün nimetlerinden yararlanan ve onu ekonomik güce tahvil eden bir elit kesim siyasal yaşama egemen olarak halkın dertlerine kulaklarını tıkamıştır. Seçkinlik saplantısı o denli çılgınca bir seviyeye varmıştır ki, Ankara Kızılay meydanında köylülerin dolaşması (görüntüyü bozdukları gerekçesiyle) yasaklanabilmiştir. İkincisi, toplumsal refah ve adalet planında hiçbir hissedilir iyileştirme yapamayan kemalistlerin “devrim” adı altında giriştikleri üstyapısal düzenlemelerdir (kıyafet, alfabe..) . Bunların geçerliliği ve tarihsel haklılığı başka bir tartışmadır ve diğer bir yazıda ele alınacaktır. Ancak doğruluğu-yanlışlığı bir yana, bunların halk tabakalarında bir tepki yarattığı açıktır. Bir yandan halkın geleneksel yaşam formlarını ve kültürünü hoyratça tahrip eden (şapka giymemeye direnenleri asan), öte yandan insanların yaşam seviyelerinde ciddi ve anlamlı bir iyileştirme sağlayamayıp toplumsal kesimler arasında gelir uçurumunu büyüten bir yönetim, iktidarın sağlamlığı anlamında kendini giderek kaygan ve hassas bir zemine sokmuş demektir. Kemalistlerin 1923 sonrasında muhalefete karşı giderek sertleşmelerinin ardındaki mantık budur. Ancak bu resimde komünistler nereye oturmaktadır?
Kemalistlere karşı yürütülen muhalefetin tüm unsurları aşağı yukarı bilinen kesimlerden gelmektedir ve ideolojik açıdan prestijleri pek yüksek olmayıp, hepsini kitlelerin gözünden düşürebilecek etkili söylemler mevcuttur. Padişah yanlıları ve islamcıların, Kurtuluş Savaşı’nda, gerici isyanların bastırılmasıyla belleri kırılmış, yeni bir atılım yapmak isteyen Türkiye’de muteberliklerini yitirmiştir. İttihatçılar, 1.Dünya Savaşı felaketinin sorumluluğunu taşımakla suçlanıp kolaylıkla gözden düşürülmektedir. Ulusal bir niteliğe sahip olmakla beraber islami söylemleri güçlü olan Kürt muhalefeti “gericilik” ve “genç cumhuriyeti ve ülkeyi bölme” adına kolayca mahkum edilebilmektedir. Dolayısıyla bu unsurların oluşturduğu muhalefetle mücadelede bütün sorun fiziksel kontrolü (veya tasfiyeyi) sağlayabilmektir; devletin de bu konuda yeterince “kol gücü” vardır.
Komünistler için durum farklıdır. Yukarıdaki argümanların hiçbirini komünistler için kullanmak mümkün değildir. Onlar başından itibaren Anadolu Devrimine katılmış ve destek olmuşlar; yedikleri darbelere rağmen bir an bile olsun ona köstek olabilecek bir tavırdan kaçınmışlardır. Halen sürmekte olan sürecin, tüm zaaf ve çarpıklıklarına rağmen anti-emperyalist ve anti-feodal yönüne samimiyetle sahip çıkmaktadırlar. Yeni bir siyasi olgu olma hasebiyle, üstlerinde hiçbir geçmiş günahın ya da vebalın lekesi yoktur. Buna karşılık kemalistlerin yolaçtığı toplumsal adaletsizliği, yeni yetme burjuvazinin sahtekârlıklarını, halkın sefaletini, yani kemalistlerin yumuşak karnını şiddetli ve tutarlı bir biçimde eleştirmektedirler.
Bu tarz bir muhalefete (şayet yaygınlaşmasına izin verilirse) kemalistlerin verebileceği cevap, kocaman bir hiçtir. Komünistler “mürteci”,”işbirlikçi”, “bölücü” şeklindeki yaftaların hiçbirine uymamaktadır. Geleneksel “”Moskof düşmanlığı” ile, Rusya’yı teşhir ederek yapılabilecek bir anti-komünizm de mümkün değildir; zira Rusya hala müttefikimizdir, ve yaptığı yardımın anıları hala sıcaktır. Halkın dini duygularını okşayarak ya da kışkırtarak anti-komünizm yapmanın ise olanağı yoktur; zira bizzat kemalistlerin kendilerinin o sıralar dinle yeterince başları derttedir ve dinciliği yeniden güçlendirecek bir söylemi o an için öne çıkarmaları söz konusu olamamaktadır. Bu ideolojik çaresizlik, kendileri için bir risk oluşturmaktadır.
Bu bir risktir, zira kemalistler şu ya da bu şekilde, burjuva ve batıcı anlamda bir “devrim” sürecine, toplumu altüst etme mecrasına girmiş durumdadır ve kendileri dışında ve kendilerinden daha devrimci yegâne siyasi olgu (sayıları az da olsa) komünistlerdir. Üstelik komünistler daha tutarlıdır; zira onların radikalizmi fese ve kalpağa değil, ağalara ve zenginlere karşıdır; bu anlamda sıradan vatandaş açısından (klasik önyargıların yokluğunda) çok daha kolay anlaşılabilir ve benimsenebilir niteliktedir. Başka bir deyişle, toplumu (şu ya da bu proje doğrultusunda) altüst etmeye başlayan bir siyasi güç, kendisinden daha radikal , üstelik daha tutarlı başka bir devrimci gücün yaşamasına izin verirse, bu kendi alternatifini canlı tutması, zayıflama anında da kendi mezarını kazmasından başka sonuç vermez. Komünist hareketin gerek Kurtuluş savaşı’nda, gerekse sonrasında kemalizm tarafından kendi gerçek gücünün çok ötesinde bir baskı ve zulümle karşılaşmasının özü, kemalist iktidarın kendi kofluğu ve tutarsızlığı hakkında sahip olduğu haklı korkudur. Bu korkunun ve güvensizliğin yarattığı gözü dönmüşçesine saldırıların sonucunda, bir Vehbi Koç aldığı devlet ihaleleriyle zenginleşirken, bir İsmet İnönü servetine servet katarken, entellektüel potansiyeli zaten sınırlı olan Türkiye’nin en değerli ve idealist beyinleri, Nazım’dan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya, Şefik Hüsnü’den Reşat Fuat’a, Orhan Kemal’den Kemal Tahir’e kadar, yıllar boyu hapislerde çürütülmüştür
Atatürk’ün Anti-Komünizmi
T.C’nin Emperyalizme Teslimiyetine Zemin Teşkil Etmiştir. 1960’ların meşhur bir masalı, 2000’lerde farklı versiyonuyla piyasaya sürülmektedir: “1949 karşı devrimi.” Başka bir deyişle, emperyalizme teslimiyetin DP iktidarıyla başladığını iddia eden kemalist söylem 1960’larda son derece popülerdi ve yeteri kadar devrimciyi cuntacılık yolunda iğfal etmekte etkin bir işlev görmüştü. Bu söylemin son dönemlerde yeterince yaldızı dökülmüş olacak ki, onu savunanlar safra atma ihtiyacı hissetmiş, “karşı-devrim”in İnönü ile başladığını iddia eden yaklaşımlar öne çıkmıştır (bkz: Çetin Yetkin, “Karşı Devrim”). Bu, ideolojik planda klasik bir “veziri feda edip şahı kurtarma” manevrasıdır; ve bir parça kendisine saygısı olan hiçbir solcunun bu palavraları artık yutmaması gerekir.
İnönü dönemi ile Atatürk dönemi arasındaki kimi farklılıklara rağmen, bunların arasındaki güçlü sürekliliği ve her ikisine müşterek olan siyasi kimliği ayrıntılarıyla anlatmayacağız. Vurgulamak istediğimiz nokta daha temel bir hususa, anti-komünizm ve emperyalizme teslimiyet arasındaki bağlantıya ilişkindir. Soru şudur: Anti-komünist bir tavrı sürdürerek emperyalizme karşı ne kadar anlamlı bir duruş sergilenebilir?
M.Kemal’in kendisinden başlayalım. Onu“emperyalizmin adamı” olarak nitelendirmek güçtür. Gerçi bu doğrultuda ilk Komintern kongrelerinde kimi iddialar söz konusu olmuş11, öte yandan Kurtuluş Savaşı esnasında bir İngiliz ajanı olan Rahip Frew’la olan görüşmelerinin içeriğinin bilinmemesi, bir dizi soru işareti yaratmıştır. Ayrıca göz önüne alınması gereken bir diğer nokta da, Osmanlı’nın bir subayı olarak İngilizlerle savaştığı Çanakkale muharebeleri dışında, hayatı boyunca İngiltere ile siyasi olarak ihtilafa düşmemiştir, ve ömrünün son dönemlerinde İngilizlerden bir dizbağı nişanı da aldığı bilinmektedir.12 Muhtemelen zaman içinde cevabını bulacak olan bütün bu bilinmezleri bir tarafa bırakacak olursak, İngiltere’nin piyonlarına karşı gerçekleşen bir halk hareketine önderlik ettiği ve bir Damat Ferit’le aynı kefeye konamayacağı açıktır.
Bu olguların ışığında, ve ilgili rezervleri de koyarak, M.Kemal’in emperyalizme karşı 1923’de net ve kararlı bir duruş benimsediğini varsayalım. Böyle bir duruş, iki olgu tarafından anında kemirilmeye ve eritilmeye başlamıştır: “Batı aleminin ferdi olma” tutkusu ve anti-komünizm. Birincisi, direkt olarak bir sömürge olmayı değil, “onurlu bir ferd” olmayı amaçlasa da, hedef medeniyet projesi olarak Batı dünyasını, kapitalist/parlamentarist birdüzeni tek alternatif olarak sunarak baştan bir “sath-ı mail”, Türk siyasetinde Batı’yla temas ve uzlaşma zemini oluşturmuştur. 1923’de metropol olma şansına asla sahip olmayan bir Türkiye’nin Batı dünyasıyla “bütünleşmesi”nin ancak tek yolu olabileceği, bunun da bugün içine düştüğümüz onursuz bir bağımlılık ilişkisi olabileceği (en azından artık şimdi) kafalarda nettir. Ancak belirleyici olan ikincisidir. Yukarda değindiğimiz mantığın sonucu olarak sola ve komünizme karşı ve kapitalizmden yana tavır alınınca, ülke tek kanatlı, dengesiz, raşitik bir siyasal yaşama daha baştan mahkum edilmiş- tir. Dengesizdir, zira kapitalist ilkel birikimin önü sonuna kadar, en ilkel biçimleriyle birlikte açılmış; şikeli ihaleler, spekülasyon, zor kullanımı, inhisarlar yoluyla devlet etrafında bir dizi yeni zengin yaratılmış; cepleri hızla dolan bu kesim CHP içinde aktif siyaset yapmaya başlamıştır. Siyasi temsiliyetin yanı sıra burjuvazinin sivil örgütleri de yeşermiş; Ticaret Odaları, Çiftçi Birlikleri, Şehir Klüpleri ülkeyi hızla kaplamıştır. Emeğin ve yoksul halkın cephesinde ise durum tam tersidir. Sendikalar ağır baskı altına alınmış, sendikacılar sık sık karakola çağrılarak göz dağı verilmiş, sonunda da kapatılmıştır. Kemalizm, devlet eliyle kukla sendikalar kurmaya dahi tevessül etmemiş; işçi sınıfını topyekün örgütsüzleştirmeyi ana politika olarak benimsemiştir. Yoksul köylülerin, kent yoksullarının ise sivil örgüt kurabilmesi söz konusu dahi olamamıştır. Siyasal planda burjuvazi CHP’de temsil edilip serpilirken, emekçi halkın çıkarını koruyacak sol politikalar vahşice ezilmiş, komünist ve sol düşünceye hayat hakkı tanınmamıştır. TKP’den ayrılanların kurduğu ve kemalizmi sol, halkçı bir rotaya çekmek amacını güden “Kadro” hareketi dahi CHP’ye katılmasına rağmen hiçbir gerçek etki yaratamamış; CHP bunlardan bir tür “vitrin” olarak yararlanırken hiçbir ciddi işe ve yetkiye bulaştırmamaya özen göstermiştir.13 Sonuçta, bugün mustarip olduğumuz “solsuz demokrasi”, burjuvaların sonsuz özgür, emekçi ve ilericilerin sonsuz baskı altında olduğu rejim 1980’de tepeden inmemiş; bu rejimin prototipinin temelleri 1923’de bizzat Mustafa Kemal tarafından atılmış; “sola hayat hakkı tanımama” TC’nin bir siyasi geleneği olarak onun yönetimi altında şekillenmiştir.
Böyle bir siyasal yapının emperyalizme karşı durabileceğini hayal etmek, teslimiyet gerçekleştiğinde de bunu bir “ihanet” olarak algılamak ancak bir ahmağın ya da cahilin tavrı olabilir. Kendilerine sosyal bir dayanak arayan, ama halktan da ölesiye korkan ya da çekinen İttihatçı paşalar, Enver ve Talat’tan M.Kemal’e kadar bir “milli sermayedar ” kesim yaratma hayalinin peşinden koşageldiler; ancak siyasal literatür ve teori konusundaki cehaletleri sonucu, “sermaye’nin milli olamayacağını”, hele ki azgelişmiş bir ülkede sermayedar kesimin kısa zamanda daha büyük kârlar için uluslararası sermayeyle kucaklaşmak isteyeceğini görmezden geldiler. Celal Bayar, Menderes, DP’li zenginler, Atatürk ve İnönü’nün kanatları altında palazlandılar. Sanayide ABD’nin baş işbirlikçisi Vehbi Koç, sadık bir bir CHP üyesiydi. 1949’da ya da değil; ülkeyi ABD işbirlikçiliğinin en amiyane örneklerini verenler, 1923’den sonra izlenen ekonomik ve sosyal politikaların direkt ürünleriydi. “Bunlara kim karşı koyabilir, dur diyebilir, bunların ekonomi ve siyasetteki gücünü kim dengeleyebilirdi” sorusunu soranlar ise, bunun cevabını ancak TC zindanlarında bulabilirler. Sermayenin gücüne karşı emeği, demokrat düşünceyi yurtseverliği savunan sendikacı, düşünür, yazar, politikacıların ağızlarını 1923’ten beri tıkayıp hapse atar, sermayenin temsilcilerini ise gene 1923’ten itibaren her açıdan beslerseniz, bunlar ülkede yurtseverliğin kalmış son kırıntılarını da silkeleyip emperyalizme topyekün kucak açtıklarında şaşırmaya ya da tepki göstermeye hakkınız olmaz. “1949 karşı devrimi” teranelerini tekrarlayanlar, o tarihte çatlayan zehirli yumurtanın kemalizmin kümesinde nasıl beslendiğini, bu yumurtanın rahatça büyüyebilmesi için kimlerin sermaye canavarına yem edildiğini, en tutarlı anti-emperyalist güç olan solun ve komünistlerin nasıl ana rahminde yokedilmeye çalışıldığını artık gözlerden saklayamazlar. Esas olarak 1949 sonrasında kemalizmin anti-emperyalizm anlamında söyleyeceği hiçbir şey yoktur; kalmamıştır. Hala, 2000’lerin başında “anti-emperyalizm” adına kemalist söylemlerin ileri sürülebilmesi dahi, ülkemizin düşünsel ve ideolojik sefaletinin bir göstergesidir; ve bu sefalet, maddi sefaletimizden bin kat daha hazindir. Artık resmi ideolojiye dayalı anti-emperyalizm söylemcileri, beyhude olan “vezir verip şahı kurtarma” çabalarını bir tarafa bırakmalı, “Şah”larını da yanlarına alarak anti-emperyalist mücadele sahnesinden bir an önce çekilmeli, ve bu alana gerçek sahipleri, yani emekçiler ve komünistler, bir an önce el koymalıdır.
1[1] TÜSTAV Komintern Arşivi, CD 29, Bob 3-8, s.180 – 183
2[2] 1929 TKP Tevkifatı, derleyen E.Akbulut, TÜSTAV yayınları, s.133
3A.g.e., s.133-134
4A.g.e., s.250
5[5] Toplumsal Tarih, Eylül 2006, “Amerikan Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in Raporu”
61929 TKP Tevkifatı, derleyen E.Akbulut, TÜSTAV yayınları, s.43
7 A.g.e, s.240
8“Kim Suçlamış ?”, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, s.44
9[9] “Türkiye Dünyanın Neresinde?”, Murat Belge , İletişim Yayınları (kapak sayfası)
10“Komintern belgelerinde Türk Kurtuluş Savaşı”,s.150, Kaynak Yayınları,1985
11A.g.e, s.122
122.Dünya Savaşı sonunda, İngilizler Stalin’e de bir askeri nişan vermişlerdir; ancak bu, iki ülke arasında 5 yıl süren ortak anti-Nazi mücadelenin, bir tür savaş arkadaşlığının çerçevesinde ele alınmalıdır. M.Kemal’in İngilizlerle ne tür bir “savaş arkadaşlığı “ olabileceği sorusuna ise cevap vermek güçtür.
13Bu ilişkiden hasıl olan yegane fayda, Yakup Kadri’nin yurt dışına elçi olarak atanmasıdır!. Bu da aslında taltif değil, bir tür göz önünden uzaklaştırmadır