Sovyetler Birliği Yönetiminde Bir Laz: Lavrenti Pavloviç BERİA II.Bölüm

105

Sinan Dervişoğlu’nun daha önce Kuzgun Portal’da yayınlanan bu yazısını yazarın izniyle sitemizde yayınlıyoruz.

NKVD’DE İLK İCRAAT: BOŞATILAN GULAG’LAR

DEMOKRATLIK MI, PRAGMATİKLİK Mİ?

Yezov 1939’da tutuklanıp tasfiye edildikten sonra, istihbaratın (NKVD – İç İşleri Halk Komiserliği) başında Beria geçer. 1938’de yaptığı bir konuşmada temizlik hareketlerindeki aşırılıkları mahkum eden Stalin:

“… En az tutuklama Gürcistan’da yapıldı. Niye? Çünkü orada hem Parti sekreteri, hem de NKVD başkanı dürüst görevlilerdi, yıkıcılar değil” diyerek onun bu tutumunu övmüştü.

İlerde onu can düşmanı olacak Kruşçev dahi anılarında, istihbaratın başındaki ilk aylarda Beria’nın yaşadığı şoku anlatır: “ Kayıtlara bakıyorum: Sıradan insanları kâh “sağcı” diye tutuklamışız, kâh “solcu” diye tutuklamışız. İş çığırından çıkmış” Doğal olarak misyonu, Yezov döneminde çığırından çıkan yargılama, tutuklama ve idamlara bir son vererek yaraları sarmak, haksız oluşmuş mağduriyetleri gidermek ve hükümete ve Partiye güveni pekiştirmektir. Bu çerçevede ilk adım olarak 1 milyon kişiyi kamplardan serbest bırakır.

Bu önemli adım resmi planda Beria’nın (ve Parti’nin) hanesine bir demokratlık ve hoşgörü işareti olarak yazılmakla birlikte, farklı ve daha eleştirel yorumlar da vardır. Şiddetli anti-stalinist araştırmacı Moşe Levin, bunun esas olarak “kamp sisteminin verimli olmaktan çıkması, ve oluşan kalabalığı kampta tutmanın maliyetinin, mahkumların zorunlu çalışma ile yarattığı değerin çok daha üstüne çıkması” ile açıklamaktadır.

İlk bakışta bu yorum kasıtlı ve zorlama gelmektedir. Zira kamplar, gerçekten anlatıldığı gibi bir “zorunlu çalışma cehennemi” idiyse, yani mahkûmların hayatının zerre kadar önemli olmadığı, onların insan olarak görülmediği, köle olarak çalıştırıldığı, ölmelerinin de önemsenmediği (Nazi toplama kampları misali) birer ölüm merkezi idiyseler, bu yorum anlamsızdır; zira örneğin Auschwitz için “verimlilik” diye bir sorundan bahsetmek gülünç olacaktır. Dolayısıyla, şu soruyu sormak gereklidir: Birer çalışma kampı olarak Gulag’ların gerçek statüsü neydi?

“Objektif olma” adına, bu konuda 1957’de CIA’in yayınladığı “SSCB’de Zorunlu Çalışma Kampları” başlıklı bir rapordan alıntılar yapalım:

  • Somut emek gerektiren işlerde çalıştırılan bütün mahkûmlara ücret ödeniyordu

  • Daha çok çalışana, daha çok ücret veriliyordu.

  • Günlük çalışma kotası %105 aşıldığı takdirde, cezadan çekilen 1 gün, 2 gün sayılıyor, mahkûmiyet süresi azalıyordu.

  • Herkese belli bir gıda miktarı veriliyor, kotayı aşanlara ek gıda takviyesi yapılıyordu.

  • 1954’e kadar mahkumlar günde 10 saat, normal emekçiler 8 saat çalışıyordu. 1954’den sonra hepsi 8 saate indirildi.

Başka kaynaklarda da evli olan mahkûmlara bir arada yaşama şansı ve mekanı sağlandığı, bir kısım mahkûma geçici olarak ev izni verildiği ifade edilmektedir.

(kaynak: https://www.greanvillepost.com/2018/10/09/the-truth-about-the-soviet-gulag-surprisingly-revealed-by-the-cia/)

1957’de yazıldığı için, CIA raporunun başlangıçtaki (örneğin sadece bariz devrim düşmanlarının konulduğu 1920’lerin Gulag’larındaki) sert koşulları yeterince yansıtmadığı söylenebilir. Ancak buradaki nüfusun artmasının bir rasyonelleştirmeyi zorunlu kıldığı açıktır. Bu raporun da işaret ettiği temel gerçek şudur: Gulag’lar insanların gözden çıkarılarak ölüme ve yok olmaya terk edildiği imha merkezleri değil, Sovyet yönetimi açısından (caydırıcılığın yanı sıra) sadece “düşük kaliteli iktisadi işletmeler”dir. Moşe Levin’in tezi ancak Gulag’ları Nazi kamplarıyla eş tutan Soğuk Savaş çarpıtmaları reddedilirse ve yukarda zikredilen ortalama insani koşullar kabul edilirse anlamlı olmaktadır. Zira bu koşullara sadık kalarak milyonlarca insanı bu kamplarda tutmak (hele bu insanların niteliksiz emek güçleri göz önüne alınırsa) Sovyet devleti için açıkça anlamsız bir yük haline gelmektedir.

Sergo Beria da anılarında, babasının kamplar için “gereksiz yük” dediğini doğrulamaktadır. Gene de bu gerekçenin, Sovyet liderliği içinde ifade edilmesi sıkıcı olan bir gerçeği, yani “Yezovchina ile insanları canından bezdirdik; artık frene basma zamanı geldi” gerçeğini, kınanma riski olmadan ifade etmenin en sancısız yolu olduğunu ve bu yüzden tercih edildiğini de düşünmek mümkündür.

ATOM BOMBASI PROJESİ:

ÇAĞDAŞ FİZİĞİN DEHALARI SSCB’NİN YANINDA!

2.Dünya Savaşı’nda ordunun ve ülkenin tüm üretim ve lojistik mekanizmasını örgütleyip yöneten Beria, savaş sonrasında yüzyılı etkileyecek bir projenin başına geçti: Atom bombası üretimi.

Soğuk savaş efsanelerinden sonra, SSCB’nin atom bombasını üretme süreci birinci ağızlardan Pavel Sudoplatov tarafından (“Özel Görevler” Ayrıntı Yayınları-2015) ayrıntılı olarak aktarılmıştır, ve Beria hakkında elimizdeki iki kaynak da bunları doğrulamaktadır. Bunu ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak özet olarak, ;Beria’nın da tarihteki hakkını vermek adına belli maddeleri sıralayalım:

  • Fizikçileri yönetmek: Nükleer silah gündeme geldiğinde, Stalin ve Politbüro’nun direktifiyle karma bir siyasi-bilimsel-istihbari komisyon kurulur ve başına Beria geçer. Burada amaç, atom bombası için sürdürülen bilimsel çalışmayı yönetmek, ona gerekli lojistik ve istihbarat malzemesini sağlamaktır. Komisyonda bir yanda büyük bir fizikçi olan Kapitsa, Kurçatov gibi bilim adamları vardır ve işin ilginç yanı bunlar arasında rekabetten kaynaklanan ciddi ihtilaflar mevcuttur. Ayrıca genç bir yetenek olan, ancak kıdemli bilim adamları tarafından “uyumsuz” bulunarak elenen Andrey Saharov’u da keşfedip bilimsel çalışmalara dahil eden gene Beria olmuştur.  Bunların yanı sıra, Malenkov ve Voznessesnski gibi SSCB üst düzey yöneticileri de aynı komisyondadır. Öte yandan da, fizikçi olmayan bir siyasinin tamamıyla fizikçilerin beceri ve başarısına bağımlı olan bir süreci yönetmesinin zorlukları ortadadır. Beria bu açıdan süreci başarıyla yönetmiş, eldeki unsurların yeteneklerini azami seviyede kullanarak SSCB’nin bombaya en kısa zamanda kavuşmasını sağlamıştır.

  • İstihbarat başarısı: Başka bir açıdan, SSCB’nin atom bombası projesi azımsanamayacak bir istihbarat başarısıdır. NKVD’nin 20’lerde ABD’de kurduğu istihbarat ağı, daha sonra Nazi Almanyası’ndan kaçan ve çoğu komünizme sempati duyan Yahudiler arasında kurulan şebeke etkisini göstermiş, ABD’de atom bombasının imalini hedefleyen Manhattan Projesi devreye girdiğinde, Sovyet istihbaratı yüksek gizlilik içinde çalışmanın sürdüğü Alamo’daki laboratuvarlara başarılı bir şekilde sızmıştır. Sudoplatov, atom sırrını SSCB’ye “sattığı” için idam edilen Rosenberg’lerin aslında kendi istihbarat örgütlerinde son derece önemsiz unsurlar olduğunu, bilimsel sırlara çok daha direkt erişimlerinin mevcut olduğunu yazar. Bu süreci istihbarat yönünden yöneten Beria’dır.

  • Dehalar SSCB’den yana: İşin Beria ile değil SSCB ile ilgili olan kısmı ise, bugüne kadar bilinmeyen ve Sudoplatov’un itirafları ile açığa çıkan “bilginlerin yardımı” kısmıdır. Savaşın sonuna doğru ABD ve İngiltere’de paralel olarak yürüyen atom bombası araştırmaları, ta en başından itibaren, yenilgiye doğru giden Nazilerden çok, yükselen yeni güç olan Sovyetlere karşı elde koz olarak tutulmak istenmiştir. Ancak bu projeye destek veren büyük fizik dehaları, böylesine bir güce tek bir tarafın sahip olmasının insanlık için ne büyük bir risk olduğunu anlayacak kadar vicdan ve onur sahibidir. 1944’de Churchill ile görüşen fizikçi Niels Bohr, “atom bombası yapılırsa bunun Sovyetler’e de verilmesinin yerinde olduğunu” ona söylediğinde Churchill olağanüstü sert bir tepki verir ve bunun ”düşünülmesini dahi yanlış olduğunu” belirtir. Niyet baştan bellidir.

Bu fikri asla içine sindiremeyenler arasında, Manhattan Projesinin içinde olan İtalyan fizik dehası Enrico Fermi, Danimarkalı büyük fizikçi Niels Bohr, SSCB istihbaratı ile görüşerek gerekli bilimsel detayları aktarırlar; daha doğrusu kritik bazı tecrübeleri aktararak Sovyet bilginlerinin zaten doğru şekilde üzerinde yürüdükleri yolu “hızlandırırlar”. Onları buna iten temel motivasyon, komünizme sempatiden çok böyle bir silaha tek başına bir tarafın sahip olması yerine, savaşın tartışılmaz bir tarafı olan Sovyetler Birliğinin de buna sahip olmayı hak ettiğine duydukları inançtır. Öte yandan, ABD’deki çalışmada “atom bombasının babası “olarak bilinen fizikçi Robert Oppenheimer, ailece komünizme sempati duyan bir Yahudidir ve bizzat bu ideolojik sempati dolayısıyla bilinçli olarak Sovyetlere yardım eder. Bu destekler, SSCB’nin çok gecikmeden atom bombasına sahip olmasını sağlamıştır; ve gene bu destekleri hissedip gerekli bağlantıyı kuran istihbarat aygıtının başında Beria vardır.

SAVAŞ SONRASI:

STALİN’İN MİLİTAN DIŞ POLİTİKASI VE İLK ÇATLAKLAR

Savaş boyunca SSCB 26 milyon insanını ve ekonomisinin 3’te 1’ini kaybetmiştir. Bu muazzam yıkımın üzerine, Churchill ve Truman’ın SSCB’ye karşı başlattıkları bir haçlı seferi olan Soğuk Savaş başlamıştır. Bu noktada, SSCB’nin yıkıldığı 1990’lara kadar sürecek bir ikilem, Sovyet liderliğinde baş göstermiştir: Emperyalizme karşı sosyalist ülkeler (ve dünyadaki komünist hareketler) olarak militan ve sert bir politika izlemek, mevzileri güçlendirerek yeni mevziler elde etmek mi, yoksa bütün ağırlığı halkın hayat seviyesini yükseltmeye mi vermek?

Aslında tüm liderlik, her ikisinin de yapılması konusunda hemfikirdir; ancak ağırlık noktasının seçilmesi konusunda farklılıklar vardır; ve bu ayrılıkların, arka planında önemli siyasi ve ideolojik farklılıkları izlerini görmek mümkündür.

Öncelikle Stalin, ülke harap durumda olmasına rağmen, silahlanma konusunda gaza basar. Atom silahı elinde olmasına rağmen, bomba sayısı ABD ve İngiltere’nin toplamından daha geride olan SSCB için, Churchill ve Truman nükleer seçeneği de içeren saldırı planları geliştirmektedir. Stalin’in yoğun ısrarı ve mesaisiyle SSCB o ana kadar sahip olmadığı; ve ele geçirdiğinde Batı ile eşit şansa sahip olacağı araçlara kavuşur: Uzun menzilli bombardıman uçakları, gene uzun menzilli füzeler, son olarak da hidrojen bombası. Stalin, Batı’nın fırsatını bulduğunda SSCB’ye karşı nükleer silah kullanmakta tereddüt etmeyeceğini düşünmektedir; o yüzden bu seçenek karşısında mümkün olan en caydırıcı güç seviyesine bir an önce erişmekte kararlıdır. Ülke savaştan yeni çıkmış olmasına rağmen..

Büyük ölçüde Yunan KP liderliğinin yanlış politikaları sonuç kaybedilen Yunan İç Savaşı’nı (1946-49) “Stalin Yunan komünistlerini sattı” şeklinde yorumlamak liberal literatürde adet olmuştur. Bu yaklaşım, yakın zaman önce ortaya çıkan başka bir gerçekle, Stalin’in Çin Devrimi’ni nasıl kurtardığı gerçeğiyle bir arada düşünmek neredeyse imkânsızdır. Churchill ve Truman, 1949’da başkent Pekin’e, zafere doğru ilerleyen Çin Halk Kurtuluş Ordusu’na karşı atom bombası kullanma niyetlerini açık açık belli ederler.

Bunu üzerine Stalin, bu riski hafifletmek için dünyada başka bir gerilim noktası “yaratmaya” karar verir ve Berlin’in Batı sektörlerini, ördürdüğü duvar ile abluka altına alır. Sudoplatov’a göre Stalin’in planı aşırı cesur olan şu ön kabule dayanmaktadır: Batılıların hem Çin’e, hem de Sovyetler’e atacak kadar fazla atom bombası yoktur! Stalin, krizi körükleyerek kendi ülkesini öne atmış ve Çin komünistlerinin nükleer belayı savuşturmasını sağlayarak devrimin önünü açmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nde bugün bile sürmekte olan Stalin sevgisinin sebepsiz olmadığı ortadadır.

Stalin’in bu Batı ile çatışmayı başa koyan çizgisi, başta Beria olmak üzere diğer bazı liderlerde soru işareti yaratmakta, örneğin Beria, Batı ile iyi geçinerek ağırlığı SSCB içi ekonominin ve tüketimin düzeltilmesine vermeyi savunmaktadır. Bu, gelecekteki “detant” çizgisinin ilk ayak sesleridir.

Bu noktada kısa bir duraklama yapıp, olayın görünmeyen yüzünü ortaya koymak zorundayız. Beria’ya ilişkin eski önyargıların (manyak, kan dökücü..vs)  yıkılması sonucu bir çok komünist onun “doğru adam” olduğunu, Kruşçev yerine o geçseydi işlerin daha sağlıklı ve sosyalizmin ruhuna uygun gideceğini düşünmeye başlamıştır. Bu da birçok benzeri gibi, iyimserliğin yarattığı bir illüzyondur. Beria, şimdiye kadar anlattığımız gibi, son derece başarılı bir yönetici, yaratıcı bir teknokrattır. Ancak sosyalist bir ülkeyi yönetmek için bu yeterli midir?

MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ:

MARKSİZME İNANMAYAN BİR BOLŞEVİK PARTİ YÖNETİCİSİ

Bu bölümün başlığı fazlasıyla şaşırtıcıdır ve “Hiç öyle bir şey olabilir mi?” sorusuna yol açabilir. Ancak şaşırmak yerine tam tersine bu durum üzerine kafa yormak gereklidir, zira SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmin yıkılması tamı tamına ”sosyalizme hiçbir inancı kalmamış Devlet ve Parti yöneticileri” eliyle olmuştur. Gorbaçov döneminde (ve asla Gorbaçov’la sınırlı kalmamak kaydıyla !) yeterince net olan bu olgunun izi alabildiğince geçmişe doğru sürüldüğünde, bir teknokrat olarak görevlerini başarıyla yerine getiren, ancak Marksist-Leninist düşüncelere bıyık altından gülen bir bürokrat tipolojisi olarak Beria karşımıza çıkmaktadır. Oğlu Sergo Beria, babasının her konudaki görüşünü ayrıntılı biçimde aktarmaktadır ve biz de bunları baz alacağız. Elbette, Batılıların desteğiyle kitabını bastırdığı için, babasını Batılılar için “pozitif” göstermek adına kendisi de bizzat bazı gerçekleri çarpıtmış olabilir. Ancak sonradan girişeceği parti içi mücadelede Beria’nın alacağı tavırlar, bu olguları önemli ölçüde doğrular niteliktedir. Ana başlıklarla aktaralım:

  • Parti= “Yılan Kuyusu”: Bir Gürcü olan ve Stalin’in saygı gösterdiği bir tür “aile dostu” olan Beria’nın karısı Nina yüksek kimya eğitimi görünce, Stalin’den “senin eğitim seviyende bir kadının Parti üyesi olması gerekir” şeklinde bir tavsiye ve teklif alır; bunu üzerine partiye başvurur ve üye olarak kaydolur. Bunu evde eşi Beria’ya bildirdiğinde şu cevabı alır: “Tebrikler! Sen de artık “parti” denen o yılan kuyusuna girdin!” Başka sayfalarda Beria parti için çok daha ağır ifadeler (“k çukuru”) kullanır. Açıkça “parti düşmanı” yaftası vurulabilecek bu ifadelerin ardındaki mantık nedir? Beria’nın bu konudaki gerekçeleri kendince haklıdır. Ona göre Parti, toplumda muazzam bir gelişmeyi yöneten ve binlerce somut işi kotaran Devlet-Hükümet cihazının sırtında bir parazittir. Parti görevlilerinin yetkisi çoktur (her şeye müdahale etme ve kararları empoze etme yetkisine sahiptir); ancak sorumluluğu yoktur (bütün sorumluluk sonuçta icraatı yürüten hükümet görevlilerindedir) ! Bu konumda bulunan siyasi kadrolar olarak Partililer, ona göre, bulundukları rahat (yetkili-sorumsuz) konumda sürekli komplo üretmekte, bütün enerjilerini devlet cihazı içinde kendi konumlarını güçlendirecek kombinasyonlara ayırmaktadır. Bu konudaki görüşlerini cesurca Stalin ile de paylaşır, ona bu durumun “ülkedeki bütün siyasi ihanet ve komploların Parti bünyesinden çıkmasının ana sebebi” olduğunu belirtir. Sergo’ya göre, Stalin de bu “yetkili-sorumsuz” statünün bir risk oluşturduğunu kabul ederek ona belli ölçüde hak verir. Aslında burada tartışılan konu, reel sosyalizmin en temel sorunu olan “Parti-Devlet ilişkisi” meselesidir, ve ayrı bir yazıda ayrıntısıyla ele alınacaktır. Bu durum, ta 1917’den SSCB’nin yıkıldığı 1990’lara kadar bu ülkede sürekli tartışılan, bir nihai çözüme kavuşturulmaya çalışılan, ama asla tam çözülemeyen bir sorunun, Beria tarafından algılanış biçimidir. O, tespit ettiği sorunda muhtemelen (ampirik olarak) haklıdır; ancak bu durum karşısında geliştirdiği yaklaşım, Parti’nin giderek önemsizleşerek bir ideoloji-kültür kurumu haline gelmesi, bütün yetki ve ağırlığın Devlet ve Hükümet organlarına geçmesi şeklindedir. Bu konudaki yüzeysel yaklaşımı, ilerde (göreceğimiz gibi ) kendi sonunu da hazırlayacaktır.

  • Marksist-leninist teori: En başta siyasal gelişimini aktarmaya çalıştığımız Beria, bir işçi değildir ve Devrime bir aydın olarak katılmıştır. Anlattığımız gibi, esas olarak amacı başarılı bir mühendis olmaktır; ancak koşullar onu Çeka’ya yönlendirir. Burada görülen şudur: Bir aydın olarak (örneğin bir Molotov’un aksine) Marksist-leninist teori üzerinden, onu derinlemesine inceleyerek ve benimseyerek yapılmış bir siyasal tercihin izlerine rastlamak zordur. O, başarıya odaklanmış, ülkemizdeki deyimle “icraatçı” ve teknokrat bir kadrodur ve bu durum onun Marksist teoriyi kavrayışına da yansımıştır. Oğlu Sergo’un babasından aktardığı düşünceler, bir “makul şüphe” payı koyarak da olsa, bir Bolşevik parti yöneticisi için oldukça sarsıcı ve ezber bozucudur:

    1. Marx hakkında: “Marx, ekonomi alanında önemi abartılmış bir düşünür. Asıl deha olan Adam Smith’tir. Artı-değer teorisi nedir? Sonuçta işveren para kazanmak için ürettiği malın maliyetlerine bir kâr eklemek durumundadır. Bunu “keşfinde” olağanüstü ne var?”

Değerlendirme: Bu görüşler, Beria’nın Marx’ın teorisinden hiçbir şey anlamadığını, muhtemelen onu doğru düzgün dahi incelememiş olduğunu göstermektedir. Ancak sorunun temeli onun “devlet adamı” pratiğinde yatmaktadır: Bütün odağı “ülkede üretimi artırmak” ve “Batı’nın üretim başarısını yakalamak” olan bir kadronun, üretim sürecinin özünde var olan mekanizmalara ve bunları ortaya koyan analizlere ilgi duymaması doğaldır. Doğaldır; ancak tehlikelidir. “Nasıl olursa olsun, üretimde başarı”ya odaklanan bir kadronun, burjuvazi, kapitalizm, sömürü, emperyalizm gibi kavramlara giderek “sağırlaşması”, onları kulak ardı etmesi pekala mümkündür. Marx’ı bu şekilde kavrayan tek kişinin Beria olmadığı açıktır; ve 1990’da “oligark” haline gelen Parti yöneticilerinin gökten zembille inmediği da aşikârdır.

  1. Lenin hakkında: “Lenin, yazılarında sık sık başkalarına “kuyrukçu” suçlamasını yapmaktadır. Bana kalsa asıl “kuyrukçu” bizzat Lenin’dir. Zira bütün polemikleri ve tavırları, başkalarının geliştirdiği yaklaşımların ardından ve onlara tepki olarak gelmiştir.” Başka bir yerde “Lenin’in örgütçülüğü zayıftır. Stalin ondan çok daha iyi bir örgütçüdür

Değerlendirme: Bu sözler, günümüzde de her alanda (en çok tıp alanında, ama elbette siyasette de) sık sık görülen “put kırma, ezber bozma, onun üzerinden fark yaratma” hevesinin sonucu olarak okunabilir. Lenin’in teorik ve politik eserinde (parti anlayışı, emperyalizm, Nisan Tezleri…) ne kadar sıra dışı, öncü ve vizyoner olduğu bilinmektedir. Beria, bunları bilmemesi mümkün olmadığı için bu tavır, esas olarak Lenin’in SSCB’de hep diri tutulan teorik ve ideolojik hakimiyetine bir başkaldırı, kendini bir “ideolojik vesayetten” kurtarma ve “başka ufuklara yelken açma” arayışının ön adımları olarak yorumlanmalıdır. “Örgütçülük” konusunda Lenin’i küçümsemesi ise, teori ve ideolojiden sıyrılmış bir “örgütçülüğe” olan tapınmasını ortaya koymaktadır ki, bu da onun “teoriye boş veren icraat odaklı yönetici” profiline tamı tamına uymaktadır.

  1. Dünya tarihi: Sergo, babasının en hayran olduğu tarihsel figürler olarak (kaşarlanmış gericiler olup sıradan bir ilerici için dahi bir yılan ya da örümcek kadar itici olan) Churchill, Adenauer ve Bismarck’ı saymaktadır. Fransız İhtilalinin ideolojik ve politik önderlerine ise (Rousseau, Robespierre..vs) hakaret etmekte ve “onların açtığı çığır yüzünden biz bu işlere girdik” diye kınamaktadır! Karısı Nina ile bu yüzden ara sıra kavga da etmektedir. Bu tanıklık doğru ise, sadece sosyalist düşünceye değil, onun tarihsel temellerine karşı da bir soğukluk ve alaycılıkla karşı karşıya olduğumuz açıktır.

Bir Bolşevik parti yöneticisi için oldukça şaşırtıcı gelebilecek bu olgular karşısında, okuyucuda salt Beria’ya yönelik oluşacak bir tepkiyi (“meğerse neymiş?” ) frenlemek zorundayız. Bunu “Beria’yı korumak” adına değil, büyük resmi gözden kaçırmamak için yapmak durumundayız. Zira soru şudur:  Beria böyleyken, teori ve ideolojiye önem verme açısından diğer Parti yöneticileri ne durumdaydı?
Devam Edecek…

TEILEN