MİLLİYETÇİLİĞE VE SİYASAL İSLAMA KARŞI

98

Sinan Dervişoğlu

Egemen sınıfların emekçilerdeki siyasal uyanışı frenlemek için özellikle son 30 yıldır kullandıkları en büyük silah milliyetçilik ve siyasal islamdır. 12 Eylül sonrası sahneye konan “Türk-İslam Sentezi” değişik kombinasyonlarıyla bugün hala devam etmektedir. Aslında emekçilerin ülkelerine duyduğu sevgi ve dini inançlarında somutlaşan kimi ahlaki ilkeler, son derece insani olgular olup gerçekte devrimcilerin de diyalog kurabileceği pozitif unsurlardır. Ancak onları utanmazca sömürerek akıl dışı boyutlara taşıyan bu iki akımın tek bir ortak özelliği vardır: Kimliğimizi çarpıtmak ve yalan söylemek. Kendimizde, çevremizde, ülkemizde var olan her şeyi “Türk”e ve “İslam”a indirgeyen, her türlü güzelliği bu cendereye sokan, bunun dışındaki tüm gerçekleri inkar eden bu iki görüş, otomatik olarak emekçileri “Türk olmayan”a, yani Kürt’e, Arap’a, İranlı’ya; ve “Müslüman olmayan”a, yani Rum’a Ermeni’ye, Yahudi’ye düşman bir zemine taşımakta; öfke ve enerjimizi gerçek sınıf düşmanına yöneltmek yerine, sahte düşmanlar peşinde koşturarak hedef saptırmakta ve şoven/gerici politikalar için kitle zemini oluşturmaktadır. Tüm devrimciler, burjuvazinin politikalarına karşı mücadele ederken kitleler içindeki en büyük ayak bağımız olan bu iki ideolojiye, yani 80 yıllık milliyetçi/Kemalist resmi ideolojiye ve onun yerine geçmeye çalışan Siyasal İslama karşı ideolojik mücadeleyi kararlılıkla sürdürmelidir.

“TÜRK BÜYÜKLERİ” GERÇEKTEN TÜRK MÜ?

O meşhur panoyu hepimiz okul yıllarından, ya da çocuğumuzun okulunun duvarlarından biliriz: Yıllardır binlerce ilkokulun duvarına devlet tarafından asılan “Türk Büyükleri” panosundan bahsediyoruz. İçinde Oğuz Han, Alpaslan, Fatih, Mustafa Kemal gibi şahsiyetlerin bulunduğu panonun amacı, çocukları “Türk” olmaya ilişkin gururlandırmak, bir tarih bilinci aşılamaktır. Ancak 80 yıldır Türklüğü, yani milli kimliği “Orta Asya’dan gelen bir kavmin torunları” olarak lanse eden TC devletinin yarattığı yanılsama, daha ilkokul duvarlarında gerçeklere çarpmakta ve lime lime dökülmektedir. Bu büyükler içinde yer alan Mevlana, Afganistan doğumlu bir Fars ya da Afgan’dır, ve en büyük eseri olan Mesnevi’yi Farsça yazmıştır. Barbaros Hayrettin devşirme olup aslen Egeli bir Rum denizcidir. Büyük deha Mimar Sinan Kayseri’li bir Ermeni’dir. İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif, İpek ili doğumlu bir Arnavut, Türkçülüğün ideoloğu Ziya Gökalp ise Diyarbakır’lı bir Kürttür. Bunların köken olarak Orta Asya Türkleri ile uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Bu tespitin amacı nedir?

Amacımız, bir milliyetçinin vereceği yegane cevap olan “Türkleri aşağılamak, Türklerden adam çıkmayacağını ispatlamak” türünden bir ilkellik değildir. Bu insanların hepsi, sınıfsal çerçeve bir yana, bu ülkeye ve insanlarına değişik alanlarda, kültürde, sanatta, bilimde değer katmış insanlardır ve bu ülkenin şu ya da bu ölçüde birer değeridir. Sorun şudur: 1923’te bu ülkeye ait olmayı, yani aidiyeti Anadolu’lu olma, kökeni ne olursa olsun ülke toprağında yaratılmış tüm değerlere sahip çıkma ve yaşayan tüm halkları kardeş görme temelinde tanımlamak yerine “Orta Asya’dan gelen atalarımız” söylemine dayandıran Türkiye Cumhuriyeti devleti, bununla da yetinmemiş, bu iddiayı pekiştirmek için “Sümerler, Etiler, Lidya’lılar da Türktü” gibi akıl dışı iddiaları savunmuştur. Resmi ideoloji, ülkemizdeki değerleri kendi suni “Türklük” cenderesine soktukça aklın, mantığın duvarlarına çarparak parçalanmaktadır. Esas olarak Türklük, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde oluşum ve gelişim aşamasında olan Anadolu Türkçe’sini ve o dili baz alan kültürel-siyasi ürünleri benimseyen, kullanan ve geliştiren, o kültürle kendini özdeşleştiren kesimlerin tarih içinde oluşan kimliğidir. Tek başına bu tanım bile “Türklük”ün gerek etnik, gerekse kültürel olarak diğer halklarla ne kadar iç içe olduğunu, “saf” ya da “gerçek” Türklük”ün bir efsane olduğunu görmemizi sağlayacaktır.

“ORTA ASYA’DAN GELDİK!” PEKİ O DÖNEMDE ANADOLU BOŞ MUYDU?

Oğuz Türkleri, resmi tarihte 1071’e, gerçekte ise biraz daha öncesinde Anadolu’ya geldiklerinde, karşılarında, “yurt edilecek boş araziler” değil, bazıları yüzyıllar öncesine dayanan medeniyetlerin temsilcisi olan bir dizi halk buldular. Doğu’da geçmişte Urartu’nun yıkıntıları üzerine krallık kurmuş Ermeniler, Güneydoğu’da bölgenin en eski halkı olan Kürtler, ve esas olarak kalan tüm kesimlerde de Doğu Roma İmparatorluğu’nun tebaası olan Ortodoks Hristiyan ahali yaşıyordu. Doğu’da büyük İran medeniyeti, güneyde ise İslamiyet üzerinden yükselen ve parlayan Arap Medeniyeti vardı. Türkmenler, bu insanlarla başta savaşarak, ama esas olarak yüzyıllar boyu birlikte yaşayarak hem kendilerinin, hem de bu halkların değiştiği, birbirinden çok şey öğrendiği bir süreci yaşadılar. Kimliğin temeli olan dil, bu değişimin en somut göstergesidir. Çağdaş Türkçe, en “sadeleştirilmiş” haliyle dahi bilim, hukuk ve siyasette çok sayıda Arapça, sanat ve edebiyatta Farsça, mutfak kültürü, denizcilik, inşaat ve şehircilikte çok sayıda Rumca kelimeyi hala taşımaya devam etmektedir. Anadolu yerel lehçe ve şivelerinde ise sayısız Rumca ve Ermenice kelime varlığını bugün dahi sürdürmektedir. Unutulmamalıdır ki, 600 yıllık Osmanlı hakimiyetinin sonunda dahi, 1914 yılında toplam 16 milyon olan nüfusun içinde Ermeni nüfusu 1.221.850 kişi, Rum nüfusu ise 1.564.939 kişiydi. Başka bir deyişle o tarihte toplumun yüzde yirmisi Ermeni ve Rum toplumlarından oluşuyordu. Kalan %80’in ise “islam ahalisi” olarak nitelendirilip içindeki Kürt, Çerkes, Laz ve Arap’ların ayrım gösterilmeden sayıldığını da hatırlatalım.

Bilmemiz gereken şudur: 10.yüzyılda Anadolu’ya gelen Türkmenler, “üzerine yazı yazdıkları boş bir sayfa” bulmadılar. Esas olarak savaşçı ve göçebe bir kavim oldukları için, yerleşik kültüre ilişkin tüm unsurları buradaki yerleşik medeniyetlerden ve onların halklarından öğrendiler ve değiştiler. T.C. 1923’ten beri kardeş halkların kültürümüze yaptığı katkıları yok sayarak bizleri soyut ve gerçek dışı bir “Türklük”e tapınmaya yöneltti. Halbuki hayatın her alanında bizi biz yapan değerlerin içinde kardeş halkların katkılarını ve emeğini görmek Türk halkını küçültmez; aksine kendimizi daha iyi tanımamızı sağlar ve bu halklara karşı daha dostça ve kardeşçe yaklaşmamızın kültürel temelini oluşturur. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin Türk’ü Kürt’e, Rum’a, Ermeni’ye, Arab’a ve Acem’e düşman kılan şoven politikalarını ve propagandalarını boşa çıkarmanın yolu, bu gerçeği kavramak, hissetmek ve toplum içinde yaygınlaştırmaktan geçer.

BU ÜLKEYE DEĞER KATAN HRİSTİYAN VE MUSEVİLER

Siyasal İslam, son 10 yıldır resmi ideoloji olan Kemalizme sözde karşı çıkarken, en az onun kadar akıl dışı olan kendi ideolojisini yaymaya çalışmakta, ve doğrultuda bu ülkede yaratılmış tüm değerleri Müslümanlara ve İslamiyet’e indirgemektedir. Peki bu doğru mudur ? Başka bir deyişle 600 yıldır bu topraklarda birlikte yaşadığımız Hristiyan ve Yahudiler hep sessiz ve etkisiz birer “azınlık” olarak mı yaşadılar? Bunu düşünmek büyük bir haksızlık ve her şeyden önce emeğe saygısızlıktır.

Önce şu aşağılayıcı “azınlık” deyimini ele alalım. Bugün “gayrimüslim” yaftası altında anılan ve sayıları gerçekten (trajik olaylar sonucu) yüz binlere düşmüş olan insanlar yüzyıllar boyu kesinlikle “azınlık” gibi değil, müslümanlarla birlikte bu ülkenin gerçek yerleşik ahalisi, kendi iç düzenleri, hukuku ve yönetimleri olan asli unsurlarıydı. Rumlar 1500 yıldır, Ermeniler 2000 yıldır Anadolu’da yaşıyorlardı. Selçuklu ve Osmanlı yönetimi altında sadece devşirme (müslümanlaştırılarak devlet yönetimine katılma) yoluyla değil, kendi öz kimlikleriyle de toplumsal ve kültürel yaşama ve üretime katıldılar. Mimaride, bugün turistlerin göz bebeği olan Dolmabahçe Sarayı’nı, Beylerbeyini, hatta Dolmabahçe Camii’ni birer Ermeni olan Balyan kardeşler yaptı. Klasik Batı Müziğinin bizdeki karşılığı olan ve bugün dahi yüksek bir estetik değer taşıyan (“Türk” olarak andığımız) klasik müziğimizde Tatyos Efendi, Vasilaki Efendi, bir haham olan Tamburi İzak hala dinlenilen ölümsüz eserler verdiler. Bu müziği kağıda geçirmek için gerekli sistemi bir Ermeni olan Hamparsum Efendi buldu. Tarihte Anadolu halk türküleri konusunda ilk geniş çaplı folklorik araştırmayı Gomidas yaptı (bu değerli insan 1915 katliamında aklını yitirdi). İlk tıp kurumlarını ve sağlık sisteminin kuruluşunda büyük emeği olan (ve bugün ismiyle anılan) Marko Paşa bir Rum’du. Bu meşhur isimlere, hayatın içinde üretime katkı yapan milyonlarca isimsiz kahramanı da eklemek gerekir. Yüzyıllar boyu Rumlar denizcilikte, Ermeniler duvarcılık, demircilik, değirmencilik gibi zanaatlarda, Yahudiler ticarette ekonominin büyümesine ve üretici güçlerin gelişmesine eşsiz katkılar yaptılar. 1923’te, Ermeni tehciri ve Rum mübadelesinden sonra Anadolu’da kasabalarda iş yapacak (un öğütecek, duvar yapacak) zanaatkar bulunamadığını ve yerel ekonomilerin çökme noktasına geldiğini hatırlamak yeterlidir.

Bugün sayıları birkaç yüz bini geçmeyen Hristiyan ve Musevi kardeşlerimiz, geçmişte, dinsel ve etnik nefretin olmadığı zamanlar birlikte yaratabildiğimiz güzelliklerin ve değerlerin birer anısıdır. Ama aynı zamanda bize gelecekte, islami yobazlığın ve şoven milliyetçiliğin belini ilelebet kıracağımız Sosyalist Türkiye’de hep birlikte yaratacağımız yeni güzelliklerin de birer habercisidir.

TEILEN